Gönüllerin Efendisi Cuma! 100 kişiye sorsak belki 95’inin “bir haftayı daha devirmenin acısının en şevkle ve zevkle çıktığı gün” diyeceği cuma; benim çok sevip canlı çıkaramadığı gün
olur. Aylarca bekleyip vizyona girdiği cumanın akşamı gittiğim tüm filmlerin ikinci yarısına kalmadan uyurum. Cuma iş çıkışı toplaşmalarından, doğum günü
yemeklerinden şayet sürünerek dönmemişsem, arazi olup hiç gitmemiş ve bir araba
sitem yemişimdir.
O nedenledir ki gönlümdeki pijama-terlik-televizyon payitahtında ezelden beri cuma oturur.
Artık Allah ne verdiyse. Hunharca kaydedip en az bir sene beklettiğim festival
filmlerinden tutup, stokladığım Netflix,
HBO serilerinden çıkıp, Amerikan hukuğu veya 60’ların reklamcılık temalarını
rüyama sokana kadar bilmem kaçıncı Suits
veya Mad Men tekrarının karşısında uyuklamak
en sevdiğim Cuma aktivitelerindendir. Ama pijama-terlik-televizyon’un asıl tadının
yöresel lezzetler sofrasında çıktığını da bilirim. Bütün hafta satış
projeksiyonu yapıp hedef tutturmaya çalışmışım; bir de eve gelip Frank Underwood’un satır aralarını
okuyup Amerikan ön seçim sistemine mi kafa patlatayım? Hâlâ okuyorsanız şayet,
yazar en pasif aktivitelerden olan “bir şey izlerken” bile rahat takılamayan, obsesif
bir Başak.
Ama istisnalar kaideyi
bozmaz, en fazla da cuma bozmaz. Aynı bünye cumaları MedCezir karşısına geçip, aylarca aynı yanlış anlaşma ve inat nöbetlerinin
farklı versiyonlarıyla birbirine kavuşamayan aşıkların maceralarını -çokça- sıkılmadan
izleme kapasitesine de sahiptir. Gerçi birinci sezon sabır taşımı çatlatıp ancak ikinci sezonun ortalarında sahalara dönsem de,
lise yıllarımın göz bebeklerinden The O.C.’nin -gayet de başarılı olan- bu yerli
uyarlaması, “Yahu orada da Seth bu naneleri yiyor muydu?” “Mira’nın denediği
gelinliklerin hangisi en güzel?” “Kızımız cidden ölecek mi?” merakları ve
bitmeyen reklamları arasında tamamlanmıştı bile! İşte o reklam aralarında,
fragmanının üç saniyesini görmemle “2015 yaz sezonu 'guilty pleasure' listemin
tepesine yoğurtlu dondurmadan sonra oturacak ikinci şey” olduğunu anladım Kiralık Aşk’ın. Ben bu diziyi izlerdim
yaaa! Çünkü bazen “Güzele bakmak sevaptır!”
Bütün hafta satış
projeksiyonu yapıp hedef tutturmaya çalışmışım; bir de eve gelip Frank Underwood’un satır aralarını
okuyup Amerikan ön seçim sistemine mi kafa patlatayım? Boş zamanlarında
Inception veya Guardians of Galaxy açan, peşpeşe 4-5 bölüm House of Cards
izleyip bölüm aralarında Amerikan ön-seçim sistemini hatmeden (Not: T.C. Parlamenter
sistemini hala bilmiyor) bir obsesif
olarak "sadece aptal bir sırıtmayla
ekrana bakmak için” izlemeye karar vermiştim bu diziyi, evet. Madem yazının -merak etmeyin ilerliyorum- itiraf kısmına da geldik; dizide olan bitenden çok,
yerli gençlik dizilerine has absürt klişelere ve cast geneline az çok yayılmış
olacak rol yapamama hallerine daha fazla güleceğime de baştan ikna idim.
Elçin Sangu'yu zaten tanımıyordum ve (yamuk kâkül-diş teli-kemik gözlük 3’lüsünden
medet ummayı seçmemiş imaj
danışmanına bu noktada alkış) o tost saç yumağının altında çekici gelen veya
umut vadeden hiç bir tarafı yoktu. Barış Arduç ise gözlerini kısıp gerindikçe beni 32
diş sırıttırmaktan öte fazla bir şey yapacak potansiyeli gösteriyor değildi.
Yakışıklı insan laneti bu olsa gerek.
Velhasılıkelam, kardeşimin
sarkastik yorumları ve ara ara "bakayım da azcık güleyim" iğneleri eşliğinde
“karışmayın aç karna yediğim dondurmalara ve üç saatlik Kiralık Aşk’ıma” diyerek
izlemeye başladım. Fakat o da neydi? Bu dizi cidden iyiydi!?! Ergenleşmeden
absürt olabilen, konuşana değil söylediğine güldüren, diğer bir deyişle taş
gibi bir komediydi. Yan hikayeler dozunda gibiydi; kardeşler, arkadaşlar, ananeler
itici değil gibiydi, yan karakterler "Ana Haber muhabirinin arkasında kameraya
sırıtan çocuklardan hallice rol yapan" tipler değil gibiydi. Gülmeyi beklediğim
hiçbir klişe olmadan, bu dizi oldukça eğlenceli gibiydi!
Tatlısın, çok net! Ondan sonrası malum
hikaye. Bizim ev de her cuma, Kiralık Aşk’a kilitli üç Türk evinden biriydi artık.
Tabii ki devran da dönmüş, tatile çıkamayıp sıkıntıdan ve sıcaktan bayılan
kardeşim bir akşam kaydettiğim bölümlerden birine bir göz gezdirdikten sonra kalan hepsini
izleyip bu çığ gibi büyüyen güruha dahil olmuştu. 10. bölüme
geldiğimizde artık 20:00 itibariyle özeti açıp reklam aralarında abur cubur
takviyesini yaparak 21:00'da full-konsantrasyonla bölümü izlemeye oturan, ideal yaz dizisi
izleyicisi, ruhu ergen hatun kişilerdik!
Neden? Bünye cuma akşamı,
yaz sıcağında daha fazlasını çekemeyeceğinden mi? Ekrana baktıkça iç geçirip
geçirip daha çok bakasımız geldiğinden mi? Belli ki hepsi ama daha fazlasıydı. Her
şeyin başı, samimiyettendi. Tatlı ve gerçek her şey belli ki yolunu buluyor,
burada da bulmuştu işte. Görünen köy kılavuz istememiş, yılların klişe Külkedisi hikayesi, yazanın, yönetenin
ve oynayanın hünerli ellerinde aşk ve
gururla örülmüş bir dantel eldiven olup, parmaklarımızın arasından geçivermişti.
Bu eldiven hepimize uymasa, bu başarı da olmazdı.
Nero Gıybet Üçgeni! Yengemizin aşk/evlilik/erkekleri
elde etme/elde tutma/ikna etme stratejileri belki başka karakterde klişe veya
düpedüz itici olabilecekken, Nero’da “saçmalık
derecesinde komik” çizgisini bozmadan, basitleşip bıktırmadan ilerliyor misal. Koray;
repliklerden tonlamaya kadar baştan sona karikatürize edilmeye son derece
müsait bir karakter, ama kaprisli fotoğrafçı çizgisine “ay, şekerim, kuşum,
cicişim” den öte bir şeyler geçtiğini, o “avangard sanatçı ruhu”nun lafta
kalmadığını hissediyorsunuz. Bir ayakkabı markasını yöneten bu karakterler -birçok benzerinin aksine- içinde bulundukları endüstride değil de uzay boşluğunda
salınıyor izlenimi vermiyor. Koray, Yasemin’i sadece “pissss, damacana” diyerek
değil; (gerçi kabul, bu ikinci benzetmesi ayrı bir kategoriyi hakkedecek
şahanelikte) yapığı standın “Harrods’un iki sene önce yaptığının birebir kopyası!” olması
gerekçesiyle eleştirecek kadar ayağı yere basan bir tipleme.
Defne, kağıt üzerinde izleyeni delirtecek bir
safozluk seviyesinde yüzen bir esas kız olsa da, Elçin Sangu onu o kadar nev-i şahsına münhasır bir şekilde dillendiriyor ki mimikleri,
tonlamaları, sesindeki alçalıp yükselmeler, kendine has “Allah Allahhhhhhh”
ları “Şeediyim geliyim” leriyle, pespaye, aptal veya avam olmadan nasıl sevimli
olunur dersini veriyor adeta. Güzelliği, sempatikliğiyle devleşen türden. Ve
beni en fazla şaşırtan Barış Arduç. Beni bu diziye başlatıp şimdi tacını kadronun
kalanı ile paylaşan, ama hala gönüllerin prensi. İzleyicilerin bir kısmına depresif,
ketum hatta sıkıcı gelen İplikçi veliahtına hayat vermek suretiyle belki de en
zor görev onunkisi. Çünkü kağıt üzerindeki Ömer, yanlış ellerde gerçekten
soğuk, egosantrik, ve bütün o kibrine rağmen içten içe sığ ve yüzeysel bir adam
olup çıkabilecek -ve benzer örneklerinde de çıkan- bir karakter.
Ama Barış’ın
Ömer’inde -büyük ihtimalle Barış’ın kendinden kattığı, ve o nedenle sahici
olduğunu hissettiğiniz- o alttan alttan sızan çocukluğu, muzipliği fark etmemek
aslında o kadar zor ki. Bir Sinan gibi şakalar komiklikler insanı değil Ömer,
ama daha ilk sahnesinde "Power Couple" teklifine verdiği o ayarlar, mimikler sadece
bana “yahu biz bu çocuğu eye candy olarak izlemeye de razıydık ama gayet komik
ve yetenekliymiş de!!!” dedirtmiş olamaz. Fizik, yetenek tamam, ama bir de son ders olarak kimya var tabi. Dürüst
olalım: Kaçımız ne kadar boş vaktimiz olursa olsun, sadece bir çift kara kaş
kara göz veya büyüleyici kızıl saçlar ve porselen yüz izlemek için saatlerce
ekrana bakabilirdik ki? O her 3 (üç) Türk evinden biriinin Ömer’i Defne’siyle, Defne’yi
Ömer’iyle sevdiğini anlamak için sosyal medyaya iki dakika göz atmak yeter. Dizi
tarihimiz, bunun eksikliğin başını yediği ne projelerle dolu, hatırlaması zor
değil.
Kısa olamasa da, kıssadan
hisse; her hafta iki saate yakın iş çıkarmak için akıl almaz tempolarla
koşuşturulan, dışı bizi eğlerken (ve bazen sabırsızlıktan delirtirken) içi
onları yakan bu çemberde elde ettikleri bu başarı için tüm ekibe kocaman bir
tebrik. En büyük alkış da senaryonun çıktığı ellere gitsin. Malum daha zoru
bundan sonrası. Öyle güzel yazmaya devam edin ki, havalar bozup cumaların bile
yüzü asıldığında, janti avukatlık bürolarından, meclis sıralarından, hastane
koridorlarından veya savaş alanlarından çıkıp 20.00’daki sebze suyu ve yulaflı
bisküvi randevumuza yine böyle koşarak gelelim.