İnsanız ve
onaylanmaya ihtiyacımız var. Yaşamaya devam etmek
için yaptıklarımızın doğru olduğunu
duymaya ihtiyacımız var. Velev ki olmasın. Doğru olduklarına inanmaya, doğru
olduğunu duymaya muhtacız. Bu yüzden tüm
hatalarımız, bu mahcubiyetimiz; saçmalamamız zaman zaman. Sanki bir türlü
büyüyemiyor gibi bir halimiz var. Bazılarımız daha da...
Babasız
büyüyen çocuklar, ömür boyu çocuk kalıyor. Ne kadar çok gitseler de, sanki hep
yolun başındalar. Bu yüzden kendilerine hala güvensizlikleri. Çünkü insanın tüm
hayatı, bu hayatı nasıl yaşayacağını öğrenmekle geçiyor. Hayat, kendini sürekli
inşa eden uçsuz bucaksız bir yol gibi. Ve insan, mecbur ondan öncekilerin
yaşanmışlıklarına. Bu yüzden taklit ederek buluyor kendi yolunu. Ne demesi,
nasıl demesi gerektiğini; kime nasıl konuşması gerektiğini, hatta nasıl
düşünmesi gerektiğini modeller koyarak önüne arıyor. Rollerini dikmeye
çabalıyor üstüne. Fakat evde bir rol model bulamazsa, o teğeller zamanla ruhuna
batıyor.
Babasız
büyüyen çocuklar, bulabileceklerse eğer, kendilerine rol modeller ararlar.
Taklit edilecek; onun gibi konuşup onun yaptığı gibi yapıp edilecek birilerine
bakınırlar etrafta. Onlar gibi davranmanın yoluna bakarlar. İşte bu yüzden ömür
boyu babaları yerine koydukları adamların ve hatta onlar gibi insanların
peşinde, onlara muhtaç kalırlar.
Adem,
Faruk gibi olmak istiyor. Fikret gibi Faruk’un yerini almak değil; ‘Faruk gibi’
olmak istiyor. Bir çocuğun babası gibi olmak istemesi gibi. Savaşması onu yenmek
için değil. Çünkü aslında bu bir ‘savaş’ değil; zamanında oynanamamış bir
oyunun aksi.
Çocukluk,
oyunlar üzerinden taklitlerle hayat yolunda yürüme pratiği. Ve o dönem kayıp geçildiğinde
tüm hayat koca bir oyun parkına dönüşüyor. Yolunu bulmaya, birilerinin
yollarında yürümeye; ama illa kendininkini bulma çabaları peşinde geçiyor ömür.
Yaşanamayan çocukluk, zamanında çekilmeyen acılar gibi, bir ömür sürüyor.
Adem,
çocukluğu boyunca kendine örnek alabileceği bir ebeveynden yoksun, kendi
doğrularını bir başına aramaya çalışmış. Bulmaya değil, ancak aramaya. Hatalar
yapmış, mağdur olmuş, katletmiş, maktul olmuş; yoktan bir yol çizip sıfırdan
bir başarı hikayesi yazmaya çabalamış. Ne yazık ki bazen hayat, başkalarının
ayak izini takip etmedikçe gidilebilecek bir yol değil. Ama kendi yolunu
aramadığında da manası yok. Bazı insanların girecekleri yol, önden açılmıştır başkaları
tarafından. Oysa sıfırdan kendi yolunu bulmaya çalışmak, zor. Üstelik o yoldan
her çıkıldığında yeni bir travma. Hem de ne yolun doğru olduğunu; ne doğru
yolun neresi olduğunu biliyor insan. Hayat, o doğru yolda olup olmadığını
düşünmekle geçiyor.
Herkes
tabii olarak onaylanmak ister. Eğer onaylayacak ‘birini’ bulamazsa, bu sefer
‘herkesin’ onayına muhtaç kalır. Bir Teoman şarkısında çok kadının hiç kadın
olması gibi; o ‘birinin’ olmaması, potansiyel olarak herkesin o ‘biri’
olabileceği ihtimalini taşır. İhtimaller ki, bizi en çok onlar yorar. Bu yüzden
herkesin onayına, otoritelerin ya da otorite yerine geçecek figürlerin tasdiğine
muhtaç kalırlar.
Vaktiyle ‘Oğullar ve rencide ruhlar’
diye bir yazı yazmıştım. Her rencide ruhun onore edilmeye ihtiyacı var. Adem’in
de. Fakat Adem bundan vazgeçmediği sürece hiçbir zaman tatmin olmayacak. O rencideliğin
etkisiyle o eksik kişinin yerine hep yeni bir otorite figürü koyacak. Bu yüzden
de başkalarına ve onların onayına muhtaç kalacak.
Böyle
bir oyun sonrasında alınacak yol ve toplanılacak ödüllerin de bir anlamı olmaz.
Yolun kendisini unutup varılacak şeyi hedef diye koyarsa insan, mutlaka yoldan
sapar. Ve ‘diğerlerinin’ onayına muhtaç olmak, insanın kendi yolundan sık sık çıkmasına
yol açar. Kendisinin olmayan yollarda bulduğu armağanlar, insanın ruhunu
doyurmaz. Çünkü yanlış savaşlar, kazanılamaz. Adem’in ise bitmeyen savaşlara ve
ölmeyen rakiplere ihtiyacı var. Çünkü onlara muhtaç. Kurtulması lazım buradan,
çünkü bu ‘savaşlar’ kazanılamaz.