Sundance, en
sevdiğim film festivalidir. Her sene gidip katıldığımdan değil. En
sevdiğim, bana hitap eden filmler genelde orada iş yapıyor diye. Dolayısıyla Kelebekler büyük ödülle döndüğünden beri vizyona çıktığı ilk gün koşa koşa gitmek üzere yolunu gözlüyordum. Sarmaşık ile aklımı başımdan alan Tolga Karaçelik’in yeni filmi
olması da büyük bir etkendi tabii…
Hal böyle olunca,
filme aşık olma motivasyonuyla girdim. Çok hazırdım, kalbimi açmıştım. Tam
vereceğim, film çok yanlış hareketlerde bulundu. Gönlümü aldın, yeniden teslim
olacağım… Hayda, bir tane daha. Böyle böyle bitti film. Aşık olamadım belki ama
çok sevdim, yalan değil.
Film, babalarının
30 yıl sonra gelen çağrısıyla ayrı düşmüş yollarını birleştirip “ev”lerine
giden yola düşen üç acayip kardeşin hikayesi. Biri, köyde yetişmiş bir Türk’ün
kurabileceği azami büyüklükteki hayali kurmuş ve onu gerçekleştirerek hakikaten
astronot olmuş; ancak devletin kendine verdiği kıyafetle uzaya değil, gide gide
köy yerine gidebilmiş bir kaybeden. Ama farkında değil elbette. Kendini
sürekli yükseltiyor ve yüceltiyor. Kişisel gelişim dedikleri… Diğeri,
kaybedenliğini kabullenmiş ve onunla yaşamayı öğrenmiş; yapamayacak gibi
olmasını sağlayan şeyleri de bir güzel diplere gömmüş başarısız bir oyuncu.
Küçük kardeşimiz ise kaybeden olmaktan vazgeçip hayata diklenmeye karar vermiş
bir kadın. Bu tanımlamalardan da görüldüğü üzere aslında karakterler çok güzel
kurulmuş. Hikayeyi tetikleyen ögenin bir klişe olmasının ise önemi yok, sebep olduğu
hikaye iyi olduktan sonra…
Tabii
karakterleri kurmak ayrı mesele, bunu seyirciye yansıtmak ayrı. Bu konuda aynı
başarının gösterilemediğini düşünüyorum. Bunda oyuncu seçimindeki hataların da payı var. Kimse
kusura bakmasın, Bartu Küçükçağlayan’ı bir karakter oyuncusu olarak
göremiyorum. Hep tipleme, hep karikatür. Yönetmen için kolaycı bir seçim olmuş. Oysa risk alınmasını, kağıt üzerindeki karakterle çok daha
beklenmedik performans verecek bir ismi tercih ederdim. Tuğçe Altuğ, karakterin üst perdeden
döküldüğü sahnelerde muhteşem bir oyunculuk izletirken; alt perdedeki “normal”
sahnelerde dökülüvermiş. Altuğ'u daha önce izlememiştim; ama hem çok
iyi, hem de çok kötü bir performans sergileyebilmek de meziyet olsa
gerek. Tolga Tekin ailenin ağabeyi ve filmin tam ortası olarak ağır, yerinde bir
iş çıkarmış. Lafım yok. Ona golü senaryo atmış, karakterini yeterince
derinleştirmeyerek. Tolga Karaçelik, tabut başında astronot kostümlü bir Türk
görüntüsü fikrine vurulup yeterince ilginç olduğunu düşünüp gerisini pas geçmiş
gibi. Film, seyirciye anlatmasına hiç gerek olmayan şeyleri bir bir kelimelere
dökmekle vakit harcarken, çaktırması beklenen şeyleri itinayla es geçiyor ve
şaşırtıyor doğrusu.
Filmin Sundance’te
neden bu kadar sükse yaptığını anlamak güç değil. Çok iyi bir mizahı var ve yerellikten
beslense de çok Amerikan kalıplarında espri matematiği olduğu için yabancı
seyirciyi yakalamakta sorun yaşamamış olsa gerek. Büyük sorun, gülüp eğlenip
artık ciddi bir iki laf etmemize sıra geldiğinde başlıyor. Filmin yaşatmaya
çalıştığı dram, mizahının altında eziliverip etkisini neredeyse sonuna kadar
yitiriyor. Absürt dünyasına teslim olacak ve acayip seviyelere uçacağız diye
bekliyorsunuz, o da olmuyor. Bir kimlik çatışması var ki patlayan tavuklardan
daha kanlı bir savaş meydanı sanki. Yine de hem dünyasını, hem de finalini yakın
zamanda izlediğimiz “farklı kafa” filmi Ölümlü
Dünya’dan çok daha iyi satıyor. Tayfun Güneyer yazmışçasına onlarca düz
cümlenin bir başka karakter tarafından soru cümlesi olarak tekrar edilmesi ve
perdede görmeye utandığım bir görsel efekt faciası haricinde büyük fireler yok
neyse ki.
Tolga Karaçelik
nezdimde üçte üç yapmış bir yönetmendir. Sinemasının en tutkulu
müşterilerindenim artık. Bu film, biraz daha üzerine düşünülüp özenilerek hayata geçirilse başyapıt olurmuş; ulaşılamayan potansiyele üzülüyorum biraz. Bir sonrakine…
Şimdilik bize filmi izlemek ve izletmek düşüyor sadece.