Yıl 1919. İzmir’in kasvetli havası, sanki Kordon boyunca umursamazca koşturup bulduğu ilk kuytuda, bayrağına sarınmış bir biçimde ağlayan küçük çocuğa eşlik ediyordu. Aynı kuytunun önünden, yeri titreten adımlarıyla isyancı bir Türk kızı geçiyordu. Çocuk yüreğinde hala sızlamakta olan yaralarının üstüne siyah, kalın fon bir perde çekmiş, toprağına göz koyanlara karşı dimdik duruyordu. Lakin bilmiyordu ki, o yolda biri daha yürüyordu. Her bir adımında ahenkle havalanan saçları, bülbülü kıskandıran sesi ve çiçekleri soldurup küstüren gülüşü ile tüm gözleri kendine çeviriyor, bir bakan bir daha bakıyordu bu genç adama. Genç kız, onu cesur bir prenses gibi gösteren ve bir nevi hiçbir şeyin tamamen saf olmadığını anlatan kirli beyaz eşarbıyla baş kaldırıyordu adama. Tıpkı aşka baş kaldıracağı gibi. İşgalci ve isyancı. Çok uzaktılar. Pek çok yakındılar. Aslında, onlar birbirlerini çözmeye çalışırken, ruhları parmaklarını anahtar-kilit misali birbirine kenetlemiş bir biçimde uçsuz bucaksız evrende süzülüyorlardı.
Aşk, insanın denizinin derinliklerine gömülmüş, her daim var olan bir hazine gibidir. Öyle bir duygudur ki bu, hissettiğin an tüm bed düşünceleri halının altına süpürüverir. O’nu düşündükçe, yüreğinin her bir zerresi ısınır, kıpır kıpır olur. Öyle narindir ki, yaşamaya kıyılmaz bazen. Öyle sinsidir ki aynı zamanda, insanın en savunmasız anını kollayıp alır pençesinin altına. Bir çınar ağacının iki tarafı gibidir. Pırıl pırıl bir gök manzarasına bakan kuvvetli dalına tünemiş, öyle mahzun bir tebessümle etrafı izlerken, bir anda çöker o dal ve sen buram buram sis bulutlarının olduğu iç karartıcı tarafa tırmanmak zorunda kalırsın. Lakin önceden izlediğin duru manzarayı hatırlar, yeniden ona bakacağına inanarak seyredersin kara bulutları.
İzmir’in ayazı aşkı gibidir. Acımadan çarpar insanı. O gün İzmir hem ayazıyla, hem aşkıyla çarpmıştı ikisini. Teğmen, kendisine kapılması için yarasını sardırdığı kadına kuru bir yaprak misali kapılıp gitmişti. Hemşire de ayni şeyden muzdaripti. Yarasına merhem olduğu adama karışmaya başlamıştı. Ama sustu sadece, susturdu yüreğini. Bu sefer yalnız değildi çok şükür. Genç adam da göğsünden firar edip kanatlanan serçeyi tek bir hamlede yakalamış ve gümüşten bir kafese tıkmıştı. Evvel zaman sonra, hapsettiği bu serçenin, yüreğinin sahibi olacağından bi’haberdi.
Onlar tek ruhta, farklı gemilerde aynı kıyıya yolculuk yapan iki fertti. Tüm o köpüren, öfkeli dalgalar, ağlayan bulutlar ve kükreyen gök arasında, bir sis bulutunun içinde aynı kıyıyı arıyorlardı. Okyanus, iki kişinin iki gemsini kabul etmezdi, ziyadesiyle fazlaydı onun için. Bu yüzden kaderle kirli bir anlaşmaya girdiler. Kader, o gözleri birbirine kenetleyip sevdanın tuzlu ama sert meltemiyle tüm kasveti yerle bir etmeye ant içmişti. Dalgalar ise tüm kuvvetleriyle vuruyorlardı gemilere. İki inatçıydılar ya, ikisi de kendi başının çaresine bakmak için direniyor, yönünü kendi bulmaya çalışıyordu. Hala anlamıyorlardı varmak istedikleri kıyının birbirleri olduğunu. Katı dalgalar birinden birinin gemisini batırmaya çalışacak ve tek gemide buluşturacaklardı onları. Baktılar birbirlerine hırçın denizin ortasında. Genç adam, o geminin batması, o gözlerin sahibiyle aynı kıyıya varabilmesi dua ediyordu. Genç kız ise kehribar rengi gözler dışında her şeyi soyutluyordu zihninde.
Duygularını kaleme, kağıda dökerlerdi. Yeri geldiğinde sıcak yaşlarla saman kağıtta uyuyan mürekkebi uyandırırlardı, yeri geldiğinde göğüslerini patlatacak gibi hissettiren kıvancı kelimelerle dansa kaldırırlardı. Sanat girdabında hayat bulan kırılgan çift, elbette loş bir zindanda tutmaya çalıştıkları sevdalarını mürekkep ile besleyeceklerdi, istemsizce de olsa. Yüreklerinden irislerine tırmanan duygularını görünmez yaşlarla kağıda akıttılar. Genç kız yüreğine sevdanın ne zaman damladığını sorgularken, genç adam o gözlerin sahibiyle varmak istediği kıyıları anlatıyordu dolma kalemine. Genç adam dini, dili, ırkı kaldırırken zihninden, genç kız yüreği hareketlendiği anda gözlerini kapatıp bunun imkansız olduğunu, imkansızı istediğini sayıklayıp duruyordu.
Ah, ne de saf bir kızdı! Oysa bilmiyordu ki, onlar için imkansız diye bir şey yoktu. Çünkü imkansız kelimesinin içinde bile biri imkan yatıyordu. Tıpkı umut gibi, imkan her daim vardı.
İki çift göz. Biri ateş, diğeri su. Biri yakarken, biri boğuyor. Ateş, suyun durgun o gözlerden taşmaması için sönmeyi göze almış. Su ise o ateş uğruna uyumaya razı.
O deniz gözler ki, genç adam her bir damlası uğruna canını feda edebilecek bir halde. O gözler ki, nemli toprak misali. Genç kız, yeşeriyor o toprakta.
O dudaklardı ki, en çok buluşmayı hak eden hep onlardı. Ve olabilecek en naif şekilde, birbirlerini tamamladılar. Sanki adamın dudakları tek parçası eksik bir yapbozmuş da, kadının dudakları o eksik parçaymış gibi.

“Herkes öldürür sevdiğini, ama herkes öldürdü diye ölmez.”
Hilal, sert rüzgârı durgunluğuyla sakinleştiren yağmurun altında ıslandıktan sonra, parlaklığı bulutlar arkasına saklanmış yıldızların gecesinde, kan kokusunun insanı ürperttiği postaneye ayak bastı, taştı taşacak denizleriyle. Gördüğü ilk manzara, hayatı boyunca ona acı yaşatacak bir görüntüydü. Canının ta kendisi olan ağabeyine, ruhunu teslim ettiği adam tarafından doğrultulan bir silah. Ağabeyinin buradan çıkınca gideceği tek yer darağacıydı, farkındaydı. İri yaşlarının, birçok şeye seyirci olduğu kiremit rengi eşarbını ıslatmasına izin vererek eğildi ve bir silah tutuşturdu kendi eline. Sonra o silahı, sevdiği adama doğrulttu. Ağabeyinin boynunu o ipten uzaklaştırmak adama, tam göğsüne bastırdı silahı. İkaz etti, vuracağını söyledi. Lakin sevdiği adam göğsünü ona dönünce vurması için, kolları boş bir çuval gibi sallandı iki tarafında. Yüreğinde dört kapak vardı. Biri, ailesi ile dolup taşmıştı, gözlerini açtığı ilk andan itibaren gördüğü her biri. Bir diğerinde vatanı vardı, her bir karış toprağı için can çekişe çekişe ölmeye hazır olduğu vatanı. Bir diğerinde ise, sanat vardı. Eskimiş, sararmış sayfaların kokusu saklıydı orada. Ama bir kapak, o gelene kadar hep kapalıydı. O gelince, yüreği dolup taşmıştı. Şimdi, yüreğinin yarısı boşalacaktı gitmelerine izin verirse. Bulunduğu durum için en güzel kelimeydi canhıraş. En duru ve en dolu kelimeydi.
Karanlık gök, onunla birlikte ağlamaya başladı tetiği çekip göğsünü hedef aldığında. “Teğmen!” diye seslendi. Bir kez daha görmek istedi yüzünü. Ve buğulu gözleri, görmesini tamamen engellediği vakit, yaşlarıyla beraber bir kurşun hayat buldu, ve hayat almak üzere hızla saplandı yaslanmak istediği o göğse. Sevdiği adam, geriledi, ve büyük bir acı ile soğuk zeminle buluştu. Dizlerinin üstüne düştü genç kız. Ateşlediği bir kurşun, biri beynine, biri kalbine olmak üzere iki kurşuna dönüştü ve saplandı. İşte, yalnızca öldürmemişti. Ölmüştü de. Aşk bu değil miydi? Öldürürken ölmek? Genç kız, defalarca öldürmüş, defalarca ölmüştü.