Uyarlaması yapılan Jane Austen’e ait eserin
orijinalini okumadım, daha önceden başka bir uyarlamasını da izlemedim. Yani bir
TV seyircisi olarak
karakterler ve hikaye hakkında bilgim yoktu izlemeye başlarken. Dolayısıyla
uyarlama olması bende herhangi bir etki yaratmadı.
Dramatik yapı oluşturmada belli bazı kurallar vardır.Ama bunları biraz
hikayeye yedirerek, yani belli etmeden yapınca daha bir tatlı oluyor sanki.
Karakter tanıtımını olayın içine serpiştirmek yerine başta blok halinde verince bütün enerjisi düşüyor
izlediğimiz bölümün mesela. Önünüze bir senaryo yazım kılavuzu alıp da oradan
bakıp yazmış gibi “Hımm, önce karakterler tanıtılacakmış.” deyip ilk on beş dakika boyunca tek tek tek
kim kimdir diye tanıtmak sıkıcı olabiliyor. Burada biraz öyle olmuş. Önce Zeyno
ile kız kardeşini gördük. Tavan arasında bir günlük buldular. Tamam güzel,
demek ki ortada bir sır var, demek ki bu günlük yeni olaylara gebe olacak ama
günlüğü unuttuk eve bir girdik, dakikalarca oradan çıkamadık. Önce ablayı gördük,
dikiş dikip şarkı söyledi. Sonra iki kız kardeş geldi, ablayla girilen ufak
tartışmadan evin en küçük kızının metalci olduğunu, ablanın da başarısız bir
evlilik yapıp eve geri döndüğünü öğrendik, sonra anneleri geldi, avizeye ampul
takan Zeyno’ya “Sen yüksek mimarsın ne işin var erkek işleriyle.” dedi, Zeyno’nun yüksek mimar olduğunu
anladık ve hala evdeyiz. Hala hiçbir karakter hakkında endişelenmiyorum, onu
tehdit altında hissetmiyorum ya da onun için üzülmüyorum, şimdi ne yapacak
demiyorum sadece ne iş yaptıklarını falan öğreniyorum. Yani hala empati
kuramadım; yani senaryo yazım kurallardan birini ihlal ederek seyirciyi kaçırma
riskine girdim. Ve hala konuşuyorlar ve hala evdeyiz. Sıkıldım haliyle.
Bir de
Ali geldi, evin en küçüğü galiba. Düğüne gidilecekmiş, Zeyno damada şahitlik
yapacakmış, onu öğrendik. Sonra birden esas oğlana kestik. Ağır çekimde etkili
bir müzikle rally sahasına girdi ve arkadaşıyla yaptığı kısa bir sohbetten
iddialı biri olduğunu öğrendik, belli ki zengin de. Sonra arabayla yarışmaya
başladılar. Keşke karakteri bir sorun ya da duygu içinde görseydik de sonra sahneler boyunca görmeyince
merak etseydik. Oyuncu da biraz oyun verseydi. Ama esas oğlanla da duygudaşlık
kuramadan gitti. Esas kızla da epeyce bir sonra bir araya geldi. Neyse, biz
senaryo yazmadaki ilk kuralımızı uyguladık galiba; her karakter ne iş
yapıyormuş öğrendik en azından, akrabalık arkadaşlık bağlarını öğrendik. Ama bu
arada sıkıldık, çünkü gözümüz aksiyon arıyor, olaylar başlasın istiyoruz,
başlamıyor. Sonra babayı görüyoruz, belli ki para konusunda fena sıkışmış,
kendi derdinde. Bizim kadın kısmısı babadan bihaber, düğüne gitti de olaylar kısmen
başladı. Yani sonunda esas oğlan, esas kızla karşılaştı en azından,
birbirlerinden etkilendiler. Her zamanki gibi kız yüz vermedi oğlanı tersledi
ama yine de oğlandan etkilendi. (Bu niye hep böyle oluyor acaba?) Sonra düğünde esas kızla evlenmek isteyen,
kızın çocukluk arkadaşı Murat kıza evlenme teklifi etti. Ahh! Ne yapacak şimdi
bu kızcağız demedik çünkü kız ikisine de yüz vermiyor, bana ne, ne yaparsa yapsın.
Bir yandan düğün devam ediyor, yani karakterler bir olay etrafında değil bir düğün
etrafında toplanmışlar, ve o düğün ellerine ayaklarına bağ olmuş resmen
senaristlerin! Evden çıkamadığımız gibi oradan da çıkamadık, bir girince.
Fonda
sürekli gereksiz düğün ambiyansıyla gözümüz kulağımız yoruldu. (Ama orijinalinde de düğünde geçiyor diyerek
kapatamayız konuyu.) Bu arada babanın arkadaşı Servet intihar etti, babanın da parasını
batırdığı için. Yani aslında olay o zaman başladı. Ve tam da oradan
başlamalıydı. Çünkü hikaye oradan başlıyor. Dımdızlak ortada kalmış bir ailenin
ortanca kızının zengin adamla tanışmasıyla ve işinden olup adamın şirketinde
işe girmesiyle başlıyor. Dolayısıyla ben olsam hikayeyi direkt buradan başlatır
seyirciyi kaçırmak riskinden uzak tutardım kendimi. Hikayenin ikinci ayağına
dair bilgi de taaa finalde verildi. Meğer Zeyno’ya evlenme teklif eden, annesi
kanser hastası olan Murat, bu kanserli kadının öz oğlu değilmiş. Bana da baştan
belli etsene biraz şunu, ben de merak ederek izleyeyim, tahminlerde bulunayım.
Bak bu oğlanın ne olduğunu bilmediğim için sahneler boyunca önemsemedim hiç. Aslında
hiçbir karakteri önemsemedim, çünkü neredeyse hiçbirini çıkmazda, açmazda
görmedim epeyce bir süre. E öyle olunca oyuncu da ne yapsın, aksiyonunun
geleceği sahneye kadar öyle boş boş, karakteri canlandıramadan konuşup duruyor.
Baba hiç öyle değil mesela. Bölüm boyunca tek etkilendiğim karakter o oldu, çünkü
bir derdi, çözmesi gereken bir sorunu vardı. Ve Levent Ülgen de çaresiz bitik
babayı çok güzel oynamış. Keşke onu da biraz aile içinde, o aileye ait bir
karakter olarak görebilseydik ilk bölümden. Aslında anneyi de yakından tanımak
istedim, ilk sahnelerden birinde “Otuz beş yıldır kayıp kocamı arıyorum bu evin
içinde.” dedi ama arada kaynadı gitti, biraz daha tanısam ben de severdim belki
anneyi. Esas oğlanın hikayesine gelince, vallahi onu hiç merak etmedim desem
yeridir. Hala geçmişte bunlara bir oyun oynamış belli ki, şimdi de ortaya çıkması
söz konusu. Esas oğlan’la Murat kardeş mi çıkacak acaba? Zira Murat’ın annesi öleyazınca
soluğu halanın evinde aldı. Esas oğlan da geçmişteki olaylara vakıf olmak için
Zeyno’ların evini satın aldı. Ama hala çok ilgilenmiyorum.
Senaryonun temel sorunu, temel sorunun doğru
konumlanamaması sanırsam. Direkt Servet’in intiharı ve babanın parasızlığından
açılsaymış, “Hah şimdi her şeylerini kaybetmiş, ortada kalmış
bir ailenin dramını izliyorum.” der, sünüp sünüp giden sahneler içinde kaybolmazdım.
Koca bölüm düğünde geçti ama ben düğünde hiç kimseyi tanımayan pek de
eğlenememiş bir davetli gibi hissettim kendimi. Yine de ikinci bölümü merak
ediyorum ama uzayıp giden sahnelere de maruz kalmak istemiyorum doğrusu.