“Yazmak tüm yaraları
yeniden açmak demektir…”
Bugün gözüme bu satır
çarptı… 11 şubatta aldığımız zamansız final haberinden beri içimde birikenleri
kağıda dökmeye korkarken çıktı bu iki satır karşıma… Kendimce veda etmeliydim… Bu artık kaçınılmaz olmuştu… Yaramı kanatacağını bile bile içimdekileri
söylemeliydim…
Televizyon denen o kutu
içinden dünyalar sızıyor hayatlarımıza. Bu kaçınılmaz oldu artık. O
dünyaların sadece biriydi Poyrazımın dünyası başlarda. Sonra… Sonrasını
kelimelerle anlatmak çok zor. Yine de deneyeceğim ve bu veda kısa olmayacak
gibi...
“Yalnızca bir dizi değil
Poyraz” denir ya hep bizim Poyraz Karayel ailesinde geçen sohbetlerde… Neden mi
değil? Kendimce, kalemim döndüğünce anlatayım…
Çünkü Sinan babasına
sarılıp “Ben artık kimseyi sevmicem, yannız seni sevicem” dediğinde
hissetiklerimizin muadili o kutudan yansıyan başka dünyalarda karşımıza
çıkmadı, hatta yakınından bile geçmedi bence… O yüzden bende şu an hepimizin
içinde var olduğunu ama unutulduğunu düşündüğüm 9 yaşlarındaki Sinan naifliği
ile diyebilirim ki, “Poyraz Karayel, ben artık başka hiç kimseyi
sevmicem, yannız seni sevicem!”
Sevgi, aşk…
Aşk’ı her jesti her mimiği
her haliyle bize hissettirdi Poyraz’la İlker Kaleli… Gerçekte babalık duygusunu
henüz tatmamış biri olduğuna inanmak çok güçtü onu Sinan’ın babası olarak
izlerken her hafta… Poyraz’ın Ayşegül’ü vardı elbet, o dünyanın en güzel
Ayşegül'üydü.. Ama Poyraz oğluna da başka bir aşkla bağlıydı… Kendi henüz baba
ya da anne olmamış olsa da sonuçta herkes birinin evladı idi… O yüzden
gıptayla, tarifsiz bir iç sıcaklığı ile, belki bazılarımız hasretle izledi o
baba oğulu her hafta ve ekrandan bir duygu ne kadar geçirilebilirse izleyiciye
o kadarını aldı içine çekti, kendine kattı… Poyraz, Sinan’a her kokulu öpücük
kondurduğunda bir oh çekti… İstemsizce gülümsedi en hüzünlü anları yaşarken de
olsa…
“Bugün benim oğlumun doğum
günü, 9 yaşına giriyor… 9 yaşında bir çocuğa mermi girebiliyor, sonra ameliyata
alıyorlar, 9 yaşında bir çocuğa neşter de girebiliyor ama ben yanına
giremiyorum, beni almıyorlar”
Bu satırları duyduktan
sonra uzun bir süre kendime gelemediğimi hatırlıyorum… Bana televizyona yapılan
bir iş, o kadar dar zamanlarda o kadar uykusuz gecelerde yazılıp, hazırlanılıp,
oynandığı halde bu kadar vurucu nasıl olabilir, siz gösterdiniz… Umut verdiniz…
İçindeki dünyaları insan paylaşabilirmiş bütün şeffaflığıyla… bir grup işine
aşkla bağlı oyuncu onları sadece oynamakla kalmayıp yaşayabilirmiş sonuna
kadar… Sizle öğrendim…
Ya Ayşegül…
Yaşanan onca acıya kedere
kalp ağrısına, o kadar gözyaşına rağmen o eczanenin ortasında bağdaş kurup
Ayşegül’ü kitapların kokusuyla, anlatan adama sahipti o kadın… Ya da “Ayrılık
ölümden de beter be İsa” derken ellerini nereye koyacağını bilemeyen, “Yeter ki
Ayşegül benim yanımda olsun” diye çaresiz gözlerle etrafından medet uman o
adama… Aşk olduğundan çok acıydı onlarınki ama biz dedik ki, keşke karşımıza
geçip her şeye rağmen “ben senin nefretine de razıyım, nefret edeceksen de benden
et ama başkasını sevme” diyecek biri olsun ömrümüzde... "Poyraz gibi sevmek" diye
bir kavram girdi hayatımıza… Ya da hep her şeyi dibine kadar seven,
daha azı elinden istese de gelmeyen o adam, “İnsanın başına Ayşegül gelmesi
diye bir şey var.” dedi ve biz onun ne demek istediğini anladık hiç
tereddütsüz… O yüzden o aşkı yıllar sonra bile hatırlamamız için tek bir cümle
yetecek hep… “Ben sana sarılırım…”
Poyraz Karayel hep can bir
ekip, bir aile idi bizim gözümüzde… O ekiple hiç tanışmadım, sette hiç göz
göze gelmedim hiçbirinizle ama, bize belki onda biri bile yansımayan her türlü
zorluğa, yıpranmaya rağmen Poyraz Karayel’i şu an olduğu, gidişinin ardından
gözyaşı dökmeye değer, canlı kanlı bir varlık, bir hayat parçası haline getiren
sizdiniz. Uykusuz geçen, soğuktan titrediğiniz dış geceler ve gündüzlerce
yılmadan verilen emeklerle, biz sizin ailenize gönül verdik… Şu an gözümde
yaşlarla yazıyorsam bu satırları hep o “Emeklere sağlık, helal olsun hepinize!”
demem gerektiğinden…
11 şubattan beri içimde
yavaş yavaş bazen de var gücüyle son sürat birikenleri söylemeye cesaret
edebilmem de bundan belki… Sizlere son bir kez teşekkür edebilme ve aslında ne
için teşekkür ediyorum onu dillendirebilme çabası… Bu çaba, benimkilerden çok
daha derin kelimelerle kesildi ara sıra bu son birkaç hafta..
Celil Nalçakan, Zülfo’suna
veda etti mesela bu ayki yazısında, koşa koşa ilk rafa düştüğünde aldım ve
dolmuşta garip bakışlara aldırmadan sessiz hıçkırıklarla ağlayarak okudum bu
buruk vedayı… İnsanlar durup dururken gözümden süzülmesine engel olamadığım o
yaşlara anlam veremedi, garipsedi belki, olsundu… Kelimeleriyle onun içinden de
bir şeylerin koptuğunu hissettiğim Celilcim’in de boğazı düğümleniyordu o
samimi satırlarla bize veda ederken.. O ortak hissiyatta teselli buldum ve
baştan tekrar okudum...
“Çok rol oynadım ben... Çok
hayat çıkarttım kalbimden... Bizim işin zorluğu da bu işte... Her biten rol
oyuncuyu bir kere daha katil ediyor... Ruhundan çıkarıp, bedeninle hayat
verdiğin birini öldürüyorsun... Zor... Çok zor... Bu sefer gerçekten canım acıyor...”
diyor ve o elimde tuttuğum sanki dergi sayfası değil de işte o bahsettiği acısı
oluveriyor o anda, ne yapsam pamuklara mı sarsam da o kadar acımasa diyorum ama
elimden bir şey gelmiyor...
Daha sonra Melih Özyılmaz’
ın vedası geldi…
“Oysa,
bilseydin nasıl dikkatle bakardın istasyonlara; pencereden görünen hiçbir
ağacı, hiçbir gökyüzü parçasını kaçırmazdın. Bütün sularda gölgeni
seyrederdin.”
Yine
okudum bir daha okudum bir süre kendime gelemedim… bu iki satır en çok kalandı
bende.. Bilseydin önceden ne zaman veda edeceğini ne değişirdi bilmiyorum ama
biten her şey ardında hep bir keşke bırakır gibi geliyor bana…Tek tesellisi
belki de hiçbir zaman, “zamanlısı” mümkün olmayan vedaların, süregeldiğince
biriktirdiğin “iyi ki” lerin “keşke” lerini sayıca bozguna uğratması… İzleyici
bakış açısı ile tüm gönül rahatlığımla söyleyebilirim ki bizim “iyi ki” lerimiz
hep ezici bir üstünlüğe sahipti, söz konusu Poyrazcım Karayel ise eğer…
İlker
Kaleli’nin ilk vedası kısa ama yakıcıydı… Bazen iki kelime… dedim ve sustum..
“Elveda Poyraz’ım” diyordu… Herkes son bir haftadır ekipçe son anılarını
biriktiriyor ve bizlerle paylaşıyordu… O karelerin hepsinde gözlerinde Veda
vardı o adamın.. Hüznü geçiyordu karşı tarafa… Belki de ben çok uzun baktım
ondandır… Ama kalbinden beyninden ruhundan bir parçayı Poyraz’a vermişti o
besbelliydi… Geri de alamayacaktı o parçayı bir daha, Poyraz’da gidiyordu hem
ondan, hem bizden ve elden bir şey gelmiyordu… “Kendi içimde Poyraz’la
vedalaşmayı becerebilmem gerek.” demişti, o kelimeler döküldüğünde ağzından,
boğazının düğümlendiğini gördüğümde, Poyraz’dan bahsederken, onunla aynı
odadaydım… Samimiyetine mütevazılığına o gün tanık olmuştum… O yüzden hakkında
yazılanlar şaşırtmıyordu beni, tam gurur duyulacak biriydi.. Tanıdığın için
kendini şanslı sayacağın “güzel” bir adamdı İlker. İçi dışında, samimi,
mütevazı, dopdolu biriydi setteki ailesinin anlattığı gibi...
Sonra 1
Mart geldi çattı. Herkes en sevdiğim mevsim olan, umudun mevsimi Bahar’a
merhaba derken, bizim Poyraz Karayel ailesinde gönlümüz “hep bir hoşça
kal ülkesi” olarak kalacaktı. O günü hep sanki ailemden birine sonsuza
kadar veda ettiğim bir gün olarak hatırlayacaktım… Kim derdi ki rengarenk
balonlar bana daima tarifsiz bir hüzün verecek bundan sonra… Elleri Ellerime’yi
dinlerken sessizce ağlayacağım... Yeşil bir karavan içinde el ele göz göze
hatırlayacağım hep onları… Sonra nefes almayı unutacağım bir süreliğine, orada
kollarını açmış Ayşegül’üne son kez gülümserken gözleri ışıldayan Poyraz’ın
gözlerine baktığımda... En nihayetinde sahildeki bankta kırçıllı paltosu
ve elinde rengarenk balonları ile bakakalacağım ona.. Sol gözünden dökülen tek
damla yaş ile göğe çevirdiği dolu gözleri ve yüzündeki o acı gülümseme
aklımdan, kalbimden çıkmayacak o adam, çıplak ayakları ile yürüyüp gidecek
hayatımdan…
Tam da ben
bu satırları yazarken ve göz yaşlarım akmaya devam ederken asıl Veda geldi… Ve
şu birkaç cümle hislerimde yanılmadığımı kanıtladı bana…
“Poyraz'ım... Bir ben bilirim bir
sen yaşadıklarımızı... Bir babanın oğlu için için verdiği yılmayan mücadelesi
oldun... Bir oğul oldun babasını hiç bulamayan... Sevgili oldun, sevgiden öte
hayatta bulduğun tek anlamın sahibi Ayşegül'ün olmaya, ona ait olmaya, ve
çalıştın durdun ikinizi bu dünyadan korumaya...
Savaşlar verdin, gönüller aldın,
şiir oldun, bazen roman, bazen bir şarkı oldun, hep anlattın, hep yetişmeye
çalıştın, olduramadın... Deliliğin ve acının üstünde incecik bir çizgide durup
düşmeden yürümeye, ayakta kalmaya çalışırken tutunacak tek bir dal aramakla
geçen ömrün resmi oldun. Çok şey oldun da bir mutlu olamadın…
Hepimiz yaptığımız her şeyi biraz
sevilmek, bir parça sevgi için yapmıyor muyuz sanki? Bu hayatın sıradanlığına,
haksızlıklarına haykırırken tüm gücümüzle, bir yandan da sadece sığınmak
istemiyor muyuz o güvenli limanlara... Seninle beraber aklımdan bir parça,
içimden bir sayfa koptu gitti be Poyraz' ım. Ne demişler; arkanda bir şeyler
bırakmadan bir yerlere varamazmışsın... Yeter ki bıraktıkların vardığın yerde
bulacaklarına değsin…”
Poyraz
benim de kaçıp sığındığım bir limandı bunca zaman... Belki de, onun için
yokluğu eksikliği acıtacak beni bundan böyle… Bir sıcak bakışa çocuk gibi kanan
yüreği, “Sev beni, sana tutunmama izin ver!” diyen bakışları ile onda bulduğum,
benden bir parça eksiliyor hayatımdan, o yüzden veda etmek çok zor… O yüzden
daha sayfalarca yazsam içimdekileri anlatmaya yetmez...
Canım Kaleli,
Geride bıraktığın hiçbir
zaman tam yeri doldurulabilir cinsten değil belki ama vardığın yer her neresi
olursa olsun bundan sonraki perdesinde hayatının biz seni yine yüreğimizde
hissederek dinleyecek izleyecek, belki okuyacağız… Hem Veda etmek çok zor hem
de geleceğe dair umutlu, seninle...
Türkiye’de ki ilk tiyatro
oyununda da en önden izleyeceğim seni, yada müziğe karar verirsen canlı
dinleyeceğim her neredeysen, avuçlarım şişene kadar alkışlayacağım.. Belki bir
gün satırlarını elimde tutacağım bir kitabın içinde… İçindeki ışıktan
evrene daha çok yayılacak, ruhunun aydınlığı daha çok çıkaracak seni karşımıza…
Sen o bitmez tükenmez mütevazılığınla bunları hiçbir zaman sahiplenmeyeceksin
belki ama biz sende, onu her yaptığın işe koyduğun yüreğinin bir parçası ile
hissetmeye devam edeceğiz.. Yolun öyle aydınlık ki Kaleli, sana hayran olup da
umut etmemek imkansız…
Son
olarak,
Ben kitapların arasında
kaybolan biri oldum hep, ama yazmaya hiç cesaret edememiştim, kendi adıma eğer
Ethem Özışık’a Deniz Gürlek’e Uygar Şirin’e Melih Özyılmaz’a ve Melek
Seven’e bir teşekkür borçluysam, ki öyle, bunun için borçluyum… İnsanın
kafasında dünyalar barındırması ne demekmiş ilk başta Ethem ve bu ekiple
öğrendim ben… Yeri geldi satırlarını her biri ayrı bir eşsiz dünya olan
karakterlerinden dinlerken, hem cesaretlendim, dedim “Böylesi de mümkünmüş.”
sonra zaman zaman cesaretim kırıldı, çünkü mesela bir memleket sevgisi sahnesi
izledim… hala kulaklarımda çınlayan… “sizin gibi değil…” ve dedim ki yok senin
birkaç yüz fırın ekmek yemen lazım daha...
Sonra Oğuz Atay’ın en
sevdiğim cümlelerinden biri düştü aklıma...
“Beni hemen anlamalısın, çünkü ben kitap değilim, çünkü
ben öldükten sonra kimse beni okuyamaz, yaşarken anlaşılmaya mecburum.”
Yaşarken anlaşılma derdi olanlara hayat dersi gibiydi
Poyraz… Her zaman hayranlıkla izlenecek, alıntılanacak ve hatırlanacak…
Kendi adıma da, beni yazmaya, kendi dünyalarımı yaratmaya
azmettiren bir kılavuz olacak... O yüzden Poyraz’ı Poyraz yapan tüm gönüllere
borçlu kalacağım ben hep… Günün birinde belki de bir teşekkür, bir ithaf
cümlesinde anacağım onları kendi kalemimle, dilim döndüğünce… Ama ne kadar
teşekkür etsem bu işte emeği yüreği olan herkese, biliyorum ki yetmeyecek…
O yüzden bu Veda’yı Poyraz’ın artık ikamet ettiği o
daktilolu beyaz odanın duvarlarında gözüme çarpan iki satırla bitirmek en
uygunu belki de… Çünkü ben hep, her birinize başka türlü hayran olacağım...
“Hiç olmazsa mezar taşıma yazın,
Burada insanlara başka türlü hayran olan biri yatıyor…”