Kelimelerin hiçbir anlama denk olmayacağını bile bile yazmaya başlamak biraz ahmaklık olsa da, içimden bir şekilde veda etmem gerekti sana Poyrazcım Karayel. Final bölümünün üstünden günler, yanaklarıma inen her gözyaşının üstünden başka bir gözyaşı geçeli çok oldu.
En başından söylemem gereken bir şeyle başlayayım, hüzünlü yüreğe sahip insanların dizisidir Poyraz Karayel. "Dizisiydi" diyememem, geçmiş zaman kipi kullanamamam tam da bu sebepten. Geçmiş hiç geçmemişti bizde... Hiç geçmeyecekti. Ne Poyraz'dan ne Ayşegül'den ne Zülfikar'dan; ne Karlos'tan ne Yaren'den; ne de Meliha'dan. Geçmişlerinde takılı kalan, geçmişte yaşayan karakterlerdi onlar. Tıpkı benim gibi, bizim gibi. Uyuşmadı hiçbir zaman içinde bulunduğumuz yer ve zaman. Bunca uyuşmazlık içinde nefes alabildiğimiz, kendimizi olduğumuz yerdeyken aynı zamanda olduğumuz zaman dilimine de ait hissettiren bir hikayeydi.
İnsan kendine benzeyen karakterleri seviyor galiba. Yarası yarasına denk gelenleri... Yarımı bir başka yarımla tamamlamak istiyor. Geçmişine saplantılı, geçmişinde yaşayan ve geleceğin sadece bir hayal olduğunu düşünen, naif ve yaralı karakterleri sevdim bugüne kadar. Derin hikayeleri kadar hayatıma derin izler bırakanları. Hayatıma yakın olan hayatları sevdim, belki de hiç mutlu olamayacakları, hiç kavuşamayacak olanları. Yaraların ve duyguların denkliği, bırakılan izlerin büyüklüğüyle paralel bence. Çünkü bir yaran varsa eğer, tek kelime ağlatır seni ya da güldürür bazen içindeki o duygu denkliği.
Poyraz Karayel hüzünlü yüreğe sahip insanlar için çok güzel bir intihar şekliydi, sığınma şekli dışında. Hayatımda hiç ağlamadığım kadar, hiç üzülmediğim kadar ekran başında ellerim birbirine kenetli bir şekilde bunları yaptığım zamanlar çok oldu. Eminim benimle birlikte birçok kişinin hayatında silinmeyen izler bıraktı izlediğimiz çoğu bölüm. Ve bile bile ateşe yürüdük, acı çeke çeke izledik, beraber yaşadık. "İzleyen, seven..." tabirlerini çok sevmiyorum o yüzden bu hikayeyi "Yaşadım." tam anlamıyla. Beraber, 82 bölüm, Ayşegül ve Poyraz'ın görünmeyen bir tarafında onlarla yaşadım.
Poyraz son sahnesinde "Romanlarda Yaşayanlar" dedi ya hani, onun gibi bir şey işte. Ya da Oğuz Atay'ın "Oyunlarla Yaşayanlar" romanı gibi. Bazı karakterler vardır, onlarla beraber yaşarsın. Albay Hüsamettin, Hikmet Benol, Coşkun Ermiş gibi, her sayfada bir duygusu tamamlanır ve artık her sabaha yalnız değil birkaç kişiyle birlikte uyanırsın. Poyraz Karayel, Ayşegül Umman, Bahri Umman, Zülfikar Ülger, Sema Kılıçarslan... Onlarla da her sabah beraber uyanıyoruz. Çünkü, bunu her zaman söyledim, hiçbir zaman sadece bir dizi değildin Poyrazcım Karayel. Roman gibi, şiir gibi, şarkı gibiydin. Elinle tutsan tutardın, hissi öyle somuttu, öyle hayattan, öyle bizdendi.
Şimdi böyle benden, bana ait bir şeye bir veda yazısı yazıyorum. Bir arkadaşıma da söyledim, 20 yaşıma geldim, hala olmayan insanların vedasına deli gibi üzülüyorum. Bazı -olmayan- insanlara deli gibi anlam yükleyip, zaten hiç gelmeyen insanların aniden gitmesine üzülüyorum. Oysa diyordu işte Hüsnü Arkan "Her hikaye bitebilir ansızın, bazen tam alışmışken vazgeç." diye. Ama Selami Baba da diyor ki "Alışmak sevmekten daha zor geliyor..." Çok zor geliyor be Selami Baba.
Tutunamayanlar'ın hikayesi Poyraz Karayel'i en tutunamamış halimle tanımam da ayrı bir bağ yarattı onunla aramızda. O kadar üzgün, o kadar yalnız ve o kadar mutsuzdum ki onunla tanıştığımda. İkinci sezonu ekranlarda devam ederken bense bir yurt odasına kapanmış sabahtan akşama kadar onu izliyordum. Poyraz'ın her arkasından vuruluşunda, her tutunamayışında, her yalnızlığında; Ayşegül'ün her umutsuzluğunda, güvensizliğinde ve her korkusunda; Zülfikar'ın her naifliğinde, Baba'nın her pişmanlığında kendimi buldum. İnanmayacaksınız belki ama bir evin içinde tıkılıp kalmış kimse tarafından sevilmeyen Songül'de bile o kadar şey buldum ki kendime dair.
Sonra kendimden olan bu parçaları birleştirmeye başladım ve her şeyi onlarla beraber yaşamaya başladık. Birlikte ağladık, birlikte güldük, birlikte vurulduk, Ayşegül'le birlikte yattık Poyraz'ın dizlerine, Poyraz'la beraber çöktük o hastane koridoruna o küçücük bedenden o kadar kan çıkarken. Sema'yla beraber yürüdük o delicesine yağan yağmurda, Zülfikar Çiğdem'e veda ederken beraber söz verdik "kendimizi üzme" konusunda. "O iş bizde", dedik. Sefer'le beraber geçtik o yardan yarimiz için. Bahri Baba'yla beraber kaldık alevlerin içinde. Meltem'le beraber kurtardık Sinan'ı. Ve Sinan'la beraber kurtulduk her seferinde kötü adamlardan. Hiç korkmadı, biliyor musunuz? Bir kez bile.
Sende iki dostun acısını, sende geçmişimin gürültüsünü, sende yalnızlığımı, sende hayallerimi, sende hiç olmayacak olan o mucizeyi bıraktım Poyraz Karayel. İyi bak onlara, arada roman- şiir falan oku... Bir tek tutunamayışımı aldım yanıma, bir de azıcık cümle attım ezberime. Tutunamayanlar lobisi o kadar da fena değil hem. Ayşegül'ünün elini bırakmasından sonra dayanamayıp dünya denen uçurumdan yuvarlanan Poyraz'cığımın parçaları var mesela. Çok iyi anlaşıyoruz onlarla...
Ahmet Poyraz Karayel... "Hani tutunamamış da, bir tutsa bırakmayacakmış gibi." demişti onun için Ayşegül, annesine anlatırken. Daha yeni yeni tanışıyorlardı ama, o kadar iyi tanımıştı ki. Çünkü yarası yarasına basıyordu. Aynı yarada anlaşmak diye bir şey vardır, o da öyle bir şeydi. Evet, Poyraz tuttu Ayşegül'ün elini, tutundu ona. Hiçbir zaman da bırakmadı. Ölüyken bile... Bütün kavgasını onun için verdi, bütün savaşlardan onun için sağ çıktı. Ve biricik oğlu Sinan için elbette, çünkü siz de biliyorsunuz... O, dünyanın en güzel Sinan'ı. Ayşegül'ün vedasından sonra kendisini öldürmeyişi de sırf oğlu içindi. Yoksa hepimiz biliyoruz ki Poyraz Karayel eğer Ayşegül'e bir şey olsaydı atlardı o yüksek binanın tepesinden. Ben bu adam için ne kadar kelime yazarsam yazayım hiçbir şekilde tarif edemeyeceğim. Ama bunu bize muazzam bir şekilde tarif eden İlker Kaleli'ye bir teşekkürü borç bilirim. O kadar güzel anlattın ki, Hikmet oldun, Poyraz oldun, baba oldun, sevgili oldun, oğul oldun, abi oldun... Her şey oldun, çok şey oldun. Poyraz'ın içinde bir İlker, İlker'in içinde bir Poyraz yarattın. Derinliğine hiçbir zaman ulaşamayacak kelimelerim. İyi ki...
Müzeyyen Ayşegül Umman... "Bir gözleri var, aynı Ece Ayhan. Burnu desen İlhan Berk. Hele saçları! Sana yemin ediyorum, Cemal Süreya." Türk televizyon tarihlerinden geçen en derin, en güçlü, en güzel kadınlardan biriydi Ayşegül. Bir hayatı yoktu, sevemiyordu, bağlanamıyordu... Hayatında sadece acı, korku ve nefret vardı. Evet, Poyraz'dan sonra da çok mutlu olamadı Ayşegül ama çok sevdi, çok bağlandı. Bir hayatı oldu. Mutsuz da olsa bir sevdası oldu. Onun için yaşadı, onun için verdi savaşını, onun için geçti babasının karşısına, onun için sorguladı kendini, onun için kendinden, onun için bebeğinden vazgeçti. Çok yaralıydın Ayşegül, çok ağladın, çok üzüldün. Ömrüm geçti, bunlar geçmedi dedin... Geçti mi şimdi biraz? Sema'ya, Onur'a, annene sarıldın mı sıkı sıkı? Ayşegül'ün bu derinliğine yeşil gözleriyle ayrı derinlik katan Burçin Terzioğlu; oyunculuğunun sınırlarını hiçbir zaman anlayamayacağım. Tamam diyeceğim, bunun hiçbir şekilde üstü olamaz. Ama olacak... Her zaman onun bir üstü olacak. Dünyanın en güzel Ayşegül'ü için binlerce kez teşekkürler.
Bahri Umman... O kadar başka ki bende yeri, o kadar farklı ki. Sokakta yürürken görsem hiç tereddüt etmeden "Baba!" diye koşup sarılacağımı o kadar iyi biliyorum ki. Sen, sadece kendi evlatlarına değil, yaralarından kendi geleceğini göremeyen Sema'ya, sana bıçak çekmiş olan ve öldürmeye kalkan Sefer'e, babasının defalarca kez dövdüğü baba şefkatinden yoksun Zülfikar'a, hayatındaki en büyük yarasının babasının üzerine kurulu olan Poyraz'a ve hatta bütün İstanbul'a değil, bütün Umman'a baba oldun Bahri UMMAN. Hayata baba gibi veda edişin hiç çıkmayacak aklımdan. Bahri Umman fon müziği de tabii ki, ölürsem arkamda bu fon çalsın diyecek kadar. Bizi bu kadar inandırdığın için, başucumda sohbet ettiğim Bahri Baba için teşekkür ederim Musa Uzunlar.
Zülfikar Ülger... Hayatımda izlediğim en naif karakterdi Zülfikar. Bir mafya, bir katil nasıl bu kadar naif olabilir diyeceksiniz. Ama öyleydi. Kaytan bıyıklarıyla, çatık kaşlarıyla ve elindeki tespihiyle "küresel sermaye, dedem" dedi bize. İnandık ona... Hem de nasıl inandık biliyor musunuz? Çok inandık. Davasına inandık, aşkına inandık, dostluğuna inandık, evlat oluşuna inandık... Biz Celil Nalçakan'ın bize anlattığı o muazzam Zülfikar'a çok inandık. Bazen katil olduğunu unuttuk... "Bir maç düşün mesela, Sivasspor- Real Madrid." dedi bize. Ve biz hep Sivasspor'duk be dedem. Bu dünyada herkes kazandı, biz kaybettik. Olsun, beraber kaybettik ya... Acılara tutunduk beraber, birkaç bin yıl. Dedem... İyi bak kendine. Celil bizde, onu merak etme.
Her karaktere böyle uzun uzadıya bir şeyler yazmak isterdim ama zaten yeterince uzadığını düşünüyorum, o yüzden; bu ülkede oyuncuyum diye geçinen herkese her bölüm oyunculuk dersi veren Ata Berk Mutlu'ya Sinan için, gücünü tanımlamak için hiçbir kelime bulamadığım Avukat Sema'm için Emel Çölgeçen'e, aşkı gözünden kara Sefer için Kanbolat Görkem Arslan'a, çok kızdığımız ama hiç kıyamadığımız Sadrettin ve Songül için Ali İl ve Ece Özdikici'ye, son sezonda tanıştığımız ama baş tacımız olan Eda için Funda Eryiğit'e... Ve dahi adını sayamadığım sahne önünde, arkasında emeği geçen herkese binlerce kez teşekkür ederim.
Yukarda yazdığım bütün kelimeleri yazmamı sağlayan, yaşamıma kattığı bütün karakterler ve bıraktığı bütün izler için Ethem Özışık'a üç kelime bırakıyorum: "Hepsi manyak bunların!" Çok seviyorum, çok... Ucu açık finalin için de tabii ki, Poyraz hep mi deliydi yoksa sonradan mı delirdi diye diye delirmeyiz inşallah. : )
Son olarak, balonlara ateş etmeyin.
"Mutlu insanlar unutulmaya mahkumdur çünkü hikayeleri biter. Tarih yalnızca mutsuzları yazar..."
Elveda Poyrazcım Karayel. Bütün sahici yaralarından öpüyorum.