Türk televizyon
tarihinden bugüne kadar neler neler geçti... Sayısız çiftlere, sayısız aşklara, sayısız hikâyelere
şahit olduk. Kimileri yüzümüzü güldürdü, kimileri sonlarıyla üzdü, kimileri
yordu, kimileri sıktı, kimileri birbirinin tekrarıydı..
Günümüzde hep klişe hikâyeler,
aynı konular işleniyordu. Tabii yine severek izliyorduk, klişe olsa bile yine de
tutunuyorduk onlara. Çünkü etrafımızda başka bir şey yoktu. Gelin görün ki
hepsi bir birinin aynısı olan bu çiftler içinde yepyeni bir çift doğdu. Tamamen
farklı, tamamen özel, tamamen güzel. Farklı dinler, farklı ülkeler,farklı
diller... Biri işgalci diğeri esir. İmkânsızlığın içinde bir aşk yeşeriyordu. Hem
de öylesine narin, öylesine masum, öylesine saf ki...
Aşkı herkes farklı yaşar.
Aşk; kimine göre sadece bağlanmaktır, kimine göre hep sevdiğinin yanında
olmaktır, kimine göre öpüp koklamaktır, kimine göre karşındakinden de aynı
duyguları almaktır. Özetle herkesin sevgi anlayışı ve sevme derecesi farklıdır.
Kimileri severken üzer, kimileri deli gibi kıskanarak sever, kimileri de Leon
gibi aşkın en masum haliyle sever.
Leon 20’li yaşlarında bir
genç teğmendi. “Teğmen” diyorum lakin hayatta yapacağı en son mesleği
yapıyordu. Kim için peki? Neye göre? Zerre kadar sevgi görmediği babasına
kendini ispatlamak için.. Sevgisiz büyümüştü Leon. Sevginin tam olarak ne
olduğunu bilmiyordu. Siyah-beyazdı Leon. Kalbinin derinliklerinde her ne kadar
küçük bir çocuk saklasa da gerçek hayatta maskesini takmak zorundaydı. O çocuğu
dışarı çıkaramazdı. Çünkü asker olmayı seçmişti. “Asker üzülmez, asker
ağlamaz, asker sevemezdi.” ona göre.
Leon sadece iki renkle
hayatını yaşarken hiç ummadığı bir anda diğer renklerle karşılaşmaya başladı
savaşçı bir Amazon kadınını tanıdıktan sonra. Gökkuşağı gibi sardılar etrafını
turuncular, maviler, kırmızılar, pembeler. Ama en çok da maviler... Çünkü
gökyüzü renginde gözlere sahip o kişi ona hayata tutunma gücü veriyordu. Bir
fırtınanın içinde kendi yönünü bulmaya çalışan o küçük çocuk umut etmeye
başlamıştı. İçinde bir umut taşıyordu. İşte bu yüzden Leon'un en sevdiği renk
maviydi. Yolunu bulmasını sağlayan o mavi gözler. O gözler ki onları hayal ederek
her yeni güne tutunuyordu...

“Sen yeter ki içinden de olsa bir seni seviyorum de,
Benim kulaklarım çınlasın kâfi”**
Leon nasıl seviyordu diye
sorarsanız size şöyle anlatabilirim;
Leon gözleriyle
seviyordu. Gözleriyle onu izleyerek, her attığı adımla, her cesaretli
sözleriyle ona hayran olarak, onunla gurur duyarak seviyordu. Kendisinin henüz
söyleyemediklerini, hep içinde sakladıklarını bir an bile tereddüt etmeden bir
aslan cesaretiyle söyleyen bir kızı hayranlıkla seviyordu. Hilal Leon'un hep
söylemek istedikleriydi. Hilal Leon’un kaybettiği cesaretiydi. Hilal Leon’un
kendi içine hapsettiği çocuktu.
Leon umut ederek
seviyordu. Umut insanın sahip olduğu en önemli şeydir. Bazen karşımıza çıkacak
ilk engelde umudumuzu hemen kaybederek karamsarlığa düşeriz. Oysa insanı ayakta
tutan şeydir umut. Umudunu kaybeden bir insan yaşamını kaybetmiş demektir. Leon
da işte umut ederek seviyordu. Hem ne diyordu Tevfik Fikret: ”Karamsarlığa
kapılan kalpler çareyi düşünmeye fırsat bulamaz”.
Leon içinden seviyordu.
Koşulsuz seviyordu. Bin kırılır ama bir kez olsun kıramazdı. Kırmadan
seviyordu. Karşılık beklemeden seviyordu. Onun aşkını kimse bilmeyecekti. O aşkını sevmişti. Hem
de öylesine sevmişti ki karşılıksız,çıkarsız, koşulsuz, bekleyişsiz ama hep bir umutla.
Bu günlerde maalesef hepimiz ne değer görüyorsak öyle karşılık veririz. Bizi
kıranı biz de kırarız, zamanla soğuruz ve aşkımızı sorgularız. Ama Leon öyle
sevmiyordu. Kaç kez kırıldı. Ama asla sevgisini azaltmadı. Aksine her
kırıldığında daha çok bağlandı içindeki o umuda.
Leon Hilal'i olduğu gibi
seviyordu. Hayal ettiği gibi değil kendisi gibi. Nasıl varsa öyle. Tüm o acı
diliyle, sert sözleriyle, başına türlü türlü müşküller açan hareketleriyle.
Naif seviyordu Leon.
Onunla konuşurken önüne diz çökecek kadar, karanlık zindanlarda bir nebze bile
olsun kendisini iyi hissetsin, canı sıkılmasın diye bir kitap getirecek kadar
naif seviyordu.
Kaybetmekten deli gibi
korkarcasına seviyordu Leon. Saniyeler içinde tesadüfen bile vurma ihtimali
aradan kalksın diye ellerini tetikten çekecek kadar korkarmışçasına seviyordu.
Şapşal âşıklar gibi çocukçasına
seviyordu hem de. Gece nöbetlerini devralmalar, sadece birkaç dakika fazla
konuşmak için alakalı alakasız mevzu açmalar...
“Öylesine güzel seviyorum ki seni
Öylesine saf
Öylesine temiz
Öylesine derin
Ve öylesine değil” ***
İnce ince işlenen derin
bir karakterdir Leon. Hani Elif gibi
sevmek diye bir laf vardır ya artık bir bunun bir de Leon gibi sevmek versiyonuna da şahit olacağız ilerleyen
zamanlarda. Sığındığı maskesini bir anda
çekip kenara atacak kadar, yeri gelirse kurşunlara siper olacak kadar sevecek
Leon. Hilal ve Leon’un aşkı bize ümitsizlik içinde umut olacaklar. Ne diyor
Nazım Hikmet “Ben sende imkânsızlığı seviyorum fakat asla ümitsizliği değil.”. Evet,
imkânsızlar belki de ama umut hep var. Bu aşk için umut hep var. Nasıl Leon
umut ederek her yeni güne başlıyorsa, nasıl bu umudunu kaybetmemek için elinden
gelen tüm gayreti gösteriyorsa biz de gösterelim. Damarlarımıza kadar işleyen,
bütün ruhumuzu, kalbimizi ele geçiren böylesine masum, saf bir çiftin hak ettiği
şey mutlu sondur. Zor olacak, hep birlikte çok acı çekeceğiz belki ama sonda
Leon ve Hilal aynı kıyıya birlikte varacaklar ve biz de böylesine imkânsız bir
aşka hep umut etmemiz sayesinde kavuştuğumuz için derin bir nefes çekeceğiz ve
dönüp bu aşkı tekrar tekrar izleyeceğiz..
Umut edin. Ne diyor Leon:“Umut
her zaman vardır.”
*Nejat İşler
**Cemal Süreya