Poyraz’ın tutunduğu dal: Ayşegül
15 Şubat 2017
Poyraz’dan önce:
Ayşegül Çilingir; otuzlu yaşlarında, yalnız yaşayıp yalnız ölmek isteyen, annesini ve kardeşini kaybetmiş, yetmemiş bir de kendisini kaybetmiş, rüzgâra karşı dimdik ayakta duran bir kadın... Yeşil gözleri var hüznü barındıran. Dalgaları saçları her rüzgârda ayrı yöne savrulur, her bir saç teline isim verilesi kadar güzellerdir. Sonra bir de herkeslerden sakladığı kalbi var. Metrelerce yükseklikten atılmış da binbir parçaya ayrılmış kalbi. Yalnızlığıyla tutkallamış o parçaları, ama ne yazar? Kaybettikleri kazandıklarından fazla bu kadının. Hayattan böyle dersini almış. Gayrisafimillisevgidenpayınadüşenialamamışgillerden olan Ayşegül’den bahsediyorum. Sevmenin kolay olmadığını biliyor bir kere. Ayrıca kendi bahçesinin kahramanı. Bahçesinde babası Bahri’nin geçtiği yerler dikenlerle kaplı. Yasak bölge! Bu yüzdendir ki o bahçede yalnızlığıyla birlikte yalnız... Pek gülmez Ayşegül. Güldüğünde ise utancından çiçekler solabilir. Öylesine bakınca soğuk diyebilirsiniz ama usulca yaklaşırsanız ne kadar ürkek olduğunu hissedebilirsiniz. Uzaklığı ürkekliğinden, korkusu kırılmaktan...
Babası Bahri Umman. Eski kabadayılardan. Aldığı her nefes Ayşegül’e annesini ve kardeşini hatırlattığından canla başla babasından kaçar. Bazı haksızlıkları babasının omuzlarına yüklemiş. Kendisi taşıyacak kadar minicik çünkü. Yeri geldiğinde Bahri’ye “Sen bütün İstanbul’a baba oldun, bir tek evlatlarına baba olamadın.”diyebilmiş biri Ayşegül. Gözlerindeki hüzün kalbindeki zehirle birleşince eski bir kabadayıya böyle kafa tutuyor işte. Babasının yaşam tarzına inat doktor olmuş belki de. Bahri insanları öldürtürken o, insanları yaşatmayı tercih etmiş. Bir bakıma hesabı sıfırlamaktı. Salonunun duvarında asılı duran mavi bisiklet de yürümekte olduğu bu kötülüklerden izole edilmiş temiz yolun en büyük metaforuydu.
Yalnız yaşayıp, yalnız yaşlanıp, yalnız ölmek istiyordu Ayşegül. Sonra bir gün bir taksiye bindi. Her şey değişti.
Poyraz’dan sonra:
“-Levent!”
“+Yanlış oldu, Poyraz ben.”
Bir taksi bir hayatı değiştirebilir mi?
Ayşegül’ün hayatı bir taksiyle değişmişti, evet. Poyraz’la tanışmıştı bir kere. Hatta tanışmakla kalmayıp oğluyla karakollara düşmüştü. Bu da yetmedi bir bakmıştı Poyraz’la birlikte oğlunu polislerden kaçırıyordu. Beraber kayalıklarda oturuyorlardı, kâğıt helva yiyerek aşktan bahsediyorlardı. Ayşegül, Poyraz’ın kafasındaki yaraları iyileştirirken kalbinde yeni yaralar açıyordu. Öyle bir kadındı. Poyraz, masallardaki beyaz atlı prens değildi. Üstelik muazzam bir kaybedendi. Poyraz beyaz atıyla Ayşegül’ün hayatına girseydi aynı etkiyi yaratamazdı.
Görünmez duvarları olan Ayşegül hiç bu kadar çaresiz kalmamıştı. İnsan nereye kadar kendi hayatından kaçabilirdi ki? O da istediği kadar kaçmaya çabalasın başaramamıştı. Bu çaresizlikle kendini Poyraz’ın karşısına attı. Anlattı ona bilmesi gereken Ayşegül’ü. Güçsüz olduğunu söyledi. Hayatındaki acı ve nefreti anlattı. Babasının kim olduğunu ve asıl kimden kaçtığını anlattı. Mutlu olmak istiyordu Ayşegül. Kendini başka bir ülkeyle avutuyordu. Kalması için sebep arıyordu belki de. Hatta sırf bu yüzden Poyraz’a gitti. Poyraz’ın “Gitme.” demesini bekliyordu. Poyraz ona bu sebebi versin istiyordu. Poyraz ise kalbini işaret etti.
Ayşegül dimdik duruşuyla bir güçlülük abidesiyken, gözleri ise “Ben güçsüzüm!” diye bağıran, kırılgan bir yapıdaydı. Hayatı boyunca sadece umut etmişti. Bir gün mutlu olmayı, hayatın onun kapısını sürprizle çalmayı hayal etmişti. İşte hiç ummadığı bir anda Poyraz’la karşılaşması da bu sürprizdi. Ayşegül kapısını açtı hayata, sürprizini içeri aldı. Bütün kaybetmişliğini iyileştirmeye başladı. Sonra âşık oldu Ayşegül. Üstelik âşık olduğunu Poyraz’dan ayrıldıktan sonra anladı. Hem de onca yalan bile engel olamamıştı Ayşegül’ün kalbinin “Poyraz” diye atmasına. Ayşegül uzattı dallarını, Poyraz da yıllarca aradığı tutunacak dalı bu sayede buldu. Sımsıkı tutundu Ayşegül’e. İkisi de birbirini çok sevdi. Hem de öyle böyle değil... Her rüzgâra birbirlerine sarılarak karşı koydular. Her yenilgide daha çok sarıldılar birbirlerine. Kaybettikçe kazandılar, kazandıkça kaybettiler. Aslında çok eskiden rastlaşmaları gerekirdi...
“Geçer, bu da geçer Ayşegül.”
“Bu da geçer diye diye ömrümü yediniz be! Ya, benim ömrüm geçti bunlar geçmedi. Geçmedi.”
Yeri geldi ayrılık rüzgârları esti bahçelerinde. Bir âşık olmuşlardı, başlarına gelmeyen kalmamıştı. Ayşegül, kavuşmayı değil hiç ayrılmamayı istemişti her defasında. Önemli olan hiç ayrılmamaktı zaten. Tutunduğu bir Poyraz vardı. O olmayınca Ayşegül, Ayşegül olmaktan çıkıyordu. Ağaca tosladığı günün gecesinde kendini meyhanede bulma potansiyeli olan delikanlı kadındı. Az kadeh devirmemişti, az Sema’nın (RIP Sema Koral) omzunda ağlamamıştı. Aşkına sahip çıktığı kadar acısına da sahip çıkıyordu. Acısının hakkını veriyordu. İşte bu yüzden her ayrılıktan sonra Poyraz’a daha çok uzatıyordu ellerini.
Babasının omuzlarına yüklediği acıları yavaş yavaş aklıyordu Ayşegül. Her acısıyla yüzleşti, hayatıyla yüzleştirdi. Sonra affetti babasını. Zaten Poyraz gibi bir sevgiliye sahip olmak affetme duygusunu da beraberinde getirmişti. Çok sıkı sarıldı Bahri’ye. Kökleri bir olan ağaçların dalları ne kadar uzak kalabilir ki? Onlar da uzak kalamadılar. Gözlerimizi yaşartan bir baba- kız ilişkisi süregeldi.
Sonra çok acayip bir şey oldu. Ayşegül hamile olduğunu öğrendi. Evet, hayatı boyunca umut etmişti ama hayallerinin ilk sırasında çocuk sahibi olmak, bir aile kurmak yer almıyordu. Çok mutlu oldu hiç beklemediği bir şekilde. Her şey çok güzeldi. Poyraz ona akıllara zarar bir evlenme teklifi etmişti. Evleneceklerdi. Ama kötülükler tabii ki de yakalarını bırakmadı. Ayşegül doğmamış bebeğini çok acı bir şekilde kaybetti. İçindeki umudu söküp aldılar ondan. Yaşadığı acı o kadar büyüktü ki bedeni çok küçük kalmıştı yanında. Acısını, büyüklüğünden ötürü hissedemiyordu. Sevdiği adamın gözlerinin içine bakmaktan aciz kalmıştı. En sevdiği şey sessizlik, en güzeli de karanlıktı onun için.
Toparlanmaya çalıştı. Eskiye nazaran daha güçlü olacaktı. Acılar yıkmazdı ama güçlendirirdi. Nihayetinde dibe vura vura ayağa kalkacaktı bir şekilde. Öyle de oldu. Babasının soy ismini aldı. Artık o Ayşegül Umman’dı. Güçlendi. Sevdiği adamın elini tuttu, gözlerinin içine baktı. Gülmesini bildi. Başlarından olaylar hiç eksik olmadı ama tutunmasını bildi. Kötü günler geride kalmıştı. Tünelin sonunda ışık vardı. Ama hayat da hiç boş durmamış meğersem, yine yapacağını yaptı. Bu sefer Ayşegül’ün kollarında sevdiği adam can verdi. Bu sefer kendi de öldü.
Toprağa giren Poyraz’dı ama ölen Ayşegül’dü. Öyle bir ölümdü işte. O kadar çok öldü ki Ayşegül en sonunda başka biriyle evlenecek kadar ölüydü. Hayatına devam etmek istedi, tekrardan yaşamak istedi. Gözyaşları kurumuştu artık. Üzülecek yeri kalmamıştı. Mutluluk kırıntılarına ihtiyacı vardı. Böylece gitti ve evlendi. Nereden bilebilirdi ki Poyraz’ın ölmediğini? Poyraz’ı diri diri karşısında görünce bile inanamadı. Kaçtı. Delirdiğini düşündü. Poyraz’ı gömmüştü o bir kere. İnanması zordu, kabullenmesi çok daha zordu. Yaşadığını idrak edince kızdı, çok kızdı. Yine kandırılmış hissetti. Yine acizdi. Üstüne bir de hiç sevmediği bir adamla evlenmişti sırf onu unutabilmek için. Kızgınlık, nefret, hüzün, mutluluk birbirine girmişti. Kalbi yerinde değildi, kalp değil başka bir şey taşıyordu. Poyraz o kalbi buldu ve yerine taktı. Birbirlerinin yaralarını sardılar. Çok hırpalanmışlardı. Yine kötülükler peşlerini bırakmıyorlardı ama aşk denilen illet öyle ha deyince biten bir şey değildi.
Ayşegül en başından beri beni derinlemesine etkileyen bir karakter olmuştur. Bana hissettirdiği her duygusuna hayran kaldım, çok minnettarım bu yüzden. Belki hikâyeye yön veren çok güçlü bir karakter değildi. Hatta zaman zaman çok sitem ettim bu yüzden. Karakterin sivrilmesini istedim. Çok sonradan anladım Ayşegül’ün önemini. Onu da şu replikler anlattı:
“-O zaman niye kıskanıyorsun ki?”
“+Çünkü sende başka bir şey var Poyraz. Sanki böyle ilahi bir güç seni insanlıkla sınıyor. Seni insanlıktan kıskanıyor. Biri seni kendine saklıyor Poyraz. Bak şimdi çok değerli bir halı düşün ama toz içinde. Naparsın? Alırsın halıyı, asarsın balkona. Eline de bir sopa alırsın, başlarsın vurmaya. Sen vurdukça o temizlenir. Ama o halıya vurman gerek yani. Tüm gücünle. Sen de öylesin işte.. Bunca dert, bu kadar acı boşuna değil yani.”
“-Ben o kadar değerli biri değilim Ayşegül.”
Ayşegül, Poyraz için bir bakıma yeryüzündeki bütün iyiliklerin temsiliydi. Hatta metafor gibi bir şeydi. Poyraz’ın yaralarını iyileştirdi, zayıflıklarını tamir etti. Hep destek oldu. Ayşegül bize hep Poyraz’ı anlattı. Onu nasıl sevmemiz gerektiğini gösterdi. Poyraz kadar vardı, kendi kadar yoktu. Detayları kuvvetliydi. Duvarında asılı duran bisikletten, evindeki kar kürelerinden gözlerinin yeşiline kadar hepsinde bir anlam gizliydi. Göbek adı Müzeyyen’di bir kere.
Canım Ayşegül’üm, dünyanın en güzel Ayşegül’ü... Kalbimde boğaza nazır dubleks bir villada yerin var, oradasın. Boğazdan püfür püfür esen rüzgârlar saçlarını hafiften oynatıyor, saçlarından güzel kokular geliyor. Akşam güneşi yandan kırk beş derecelik açıyla gözlerine, burnuna vuruyor. Yeşil gözlerin güneş ışığıyla parıldıyor. İki elinle tuttuğun kahve fincanını görmüyorum sanma. Ara ara yudumluyorsun kahveni. Gözlerin denizin üstünde, ufuklara uzun uzun bakıyorsun. Neyin var bilmiyorum ama asıl önemli olan neyinin olmadığı. Ha bir de 2081 yılındasın. Önün temmuz, ağustos... Kendine iyi bak olur mu?
Sevgiyle kalın.