“…Ben
senin en çok gözlerini sevdim
Kah
çocukça mavi, kah inadına yeşil
Aydınlıklar,
esenlikler, mutluluklar
Hiç
biri gözlerin kadar anlamlı değil…*”
Her ne kadar bölüme
ayrı ayrı damgalarını vurmuş olsalar da Ceyda'yı da Rüzgar'ı da yazmak
gelmiyor içimden. Turgut Dede'den, Meliha
Hanım'dan ve hatta Süheyla Hanım’dan da uzak durmak istiyorum ama aklımdakileri
yazarken söz elbette onlara gelecek...
Tankut olarak anımsadığı
kişiyi Sinan olarak tanırken, kendisi ile ilgili ufak ama önemli ayrıntıları (“Peki, gerçekten çok mutsuz olduğun
zamanlarda hala herkesten gizli sufle yemeye gidiyor musun?”)
hatırlamasının tadını çıkarırken söylemişti Pelin "Ben hep ölümsüz aşklara
inandım." diye. Ölümsüz olacağına izleyicileri inandıran bir sevgiyi
paylaşıyor şimdi onlar...

Daha gidecek yolu olan
Pelin-Sinan ikilisini, dedenin yere düşüşü ve Rüzgar’ın öfkeli bakışları
karşısında bırakmıştık bir önceki bölüm sonunda. Hastane koridorunda beklerken
öfkeli gözlere öfkeli sözler eklendi. Dedesine… Sinan’a… Pelin’e… (belki de en çok kendine…) oyun içinde
oyun kurduğunu, bir yalanı gerçek gibi yaşamak istediğini görmezden gelen
Rüzgar yaşananların tüm yükünü Pelin’in omuzlarına bırakmak istedi. Söyledikleri
içinde en çok “Seni benden daha iyi kim
tanıyabilir ki?” cümlesine takıldım. Tanıdığı(!) Sinan’ı en çok acıtacağını
düşündüğü yerden, her seferinde yeniden kırmaktan çekinmeyen Rüzgar, bu hakkı
kendinde gördüğünü önceki bölümlerde de göstermişti. Bu bölümde ise geçmişin
izlerinde, Rüzgar’ın Sinan’ı ‘ustalık eseri’ olarak gördüğünü öğrendik…
Bu bölüme damgasını
vuran diğer karakterlerse çocukları/torunları için ‘en iyisini’ istediklerine
kendilerini inandırmış olan Süheyla Hanım, Meliha Hanım ve Turgut Dede oldu.
Süheyla Hanım, tanıştıracağı kişinin Pelin’e iyi geleceğinden; Meliha Hanım
Havva ve Necip’in evlat edinme planının vazgeçilmesi gereken bir karar olduğundan
hiç şüphe etmedi. Oysa Süheyla ve Meliha Hanım kızlarına ‘Attığın adımlarda
tökezleyebilirsin ama düşmeden elini tutmak için, düşsen yeniden ayağa kalkmanı
beklemek için, seni anlamak ve bazen sadece dinlemek için’ buradayım
diyebilselerdi keşke…
Uzak durmak
istediklerimden, keşke’lerden geriye kalan Pelin-Sinan anlarını yazının sonuna
bırakmak istedim. Bölüm biter bitmez aklıma gelen cümle de (Sevilmek en çok sevmeyi bilene yakışır.)
bu sahnelerin etkisi ile aklıma düşmüştü..
Gerçeklerin ortaya
çıkmaması için Pelin’e söyledikleri yüzünden pişman olmuş gibi davranan Rüzgar'ın
sorusuyla bir kez daha gördüm ki sevda bazen bir anda düşer insanın içine ya da
Pelin'de olduğu gibi usulca... Ve bazen sözcüklere dökülür Sinan’ın anlatımı
gibi, kimi zaman dalıp giden gözlere, kimi zaman dudağın kıvrımına yerleşen bir
gülümsemeye saklanır Pelin’in yüz ifadesinde olduğu gibi…
Bölümün yoruculuğuna,
fragmanın gerginliğine karşın yeni bölümü,
“İnsanın sevdiğini
öpmesi ayıp değildir ki ama dedesine yalan söylemesi çok ayıptır. Öpüşmeye
baktı diye kimse ölmez ki.” diyen Bengisu’nun çocuk aklının netliği…
Sinan’ın “Ben her anı
mutlu olsun diye uğraşıyorum.” sözü ile vadettiği umudu…
Yıllardır saklanan
kolyeye hak ettiği değeri hem sözleri hem gözleri ile fazlasıyla veren Pelin’in
samimiyeti…
Ve en çok da ‘Söz mü
Sinan?’ sorusuna cevabını bildiğin
sorular sorma dercesine ‘Söz mü Pelin?’ diye yanıt veren Sinan ve Pelin’in
sevdalı gülümsemesini hatırlayarak bekliyorum…
Seviyorum &
seviliyorum… Gözlerim ‘sevda’ olmuş çok mu?
Bencil olmayan, can
yakmayan, yaşadıkça coşku veren, güldüren, gülümseten, çoğalan, çoğaltan
sevgilerde buluşmak dileğiyle...
* Sevi Şiiri, Ümit
Yaşar Oğuzcan