Karadayı izlemeyi
ilk sezon, altıncı bölümde bıraktığım doğrudur. Diyaloglarına katlanamıyordum. Bazan yani yapacak hiç işim yoksa göz ucuyla baktım. Zaman zaman da yakalandım
hikayenin kıyısına köşesine ama sadık izleyicisi olmadım. Kendi sözümü
çiğneyecek değildim. Kenan İmirzalıoğlu ve Çetin Tekindor gibi bayıldığım iki
oyuncu ve en az onlar kadar kıymetli yan kadroya rağmen izlemedim. Belki de çok
iyi bildiğim bir dönemin içinde yürüyen hikayenin yansımasından mutsuzdum
bilmiyorum, üzerine uzun uzun düşünmedim. Geçen sezon finalinden önce Sema
Ergenekon ve Eylem Canpolat röportajı esnasında da eleştirilerimi dile
getirdiğimde, hiç ateşli bir savunma, öteleme ya da sadece izah etme gereği duymadan gözümün içine bakıp,
“Haklısın..Tam da altıncı bölümden sonra açıldı zaten hikaye” dediklerinde huylanmalıydım kurdukları tuzaktan, olmadı. Düştüm.
Sezon finalinden üç bölüm önce diziyi izlemeye başladım ve alenen tuzağa
düştüm. Karadayı'nıza dair hal-i pür melalim böyledir Hakim Bey!
Eylül ayını sevmem. Hayatımın en sancılı zamanları hep bu
aya denk geldi. Çok kaybettim Eylül ile.. Misal babamı.. Tam 11 Eylül’ü,
12 Eylül’e bağlayan gece 23:45’te.. Netameli ruh halim yüzünden
Karadayı sezon açılışını izlemeyecektim.
Başıma gelecekleri biliyordum taa sezon finalinden beri.. Dramayla dahi tebelleş olan ruh halim bu işi izlemeye müsait değildi. İzledim. Baştan söyleyeyim, Sema
Ergenekon ve Eylem Canpolat'ın kalemi bu bölüm için özel olarak incelenmeli ama Uluç Bayraktar’ın
izah edilemez, kağıda dökülemez, ders olarak öğretilemez reji gözünü de es
geçemeyeceğim.
Uluç Bayraktar, yangın söndürme sahnelerini uzun çekip, atmaya hiç kıyamamış gibi bağlamış olsa da güzeldi. Ölüme karşıdan bakmak, ölüme içeriden bakmak, ona dokunmak
ve onunla taraf olmak farklı farklı ruh halleridir. Kavramsal içeriği ne
olursa
olsun ölüm acısının tezahürü de aslında içeride kişiye özel, dışavurumu ise klişe haline gelir. Bir hikaye
arsızı olarak itiraf etmeliyim ki üçüncü sezonun ilk bölümünden önce en
merak ettiğim durum, seyirciye ölüm acısını
anlatırken -hem hikayecilerin hem de
rejini- nasıl bir ortak payda bulacakları değil, beni nereden
yakalayacaklarıydı.
Bölüm tam kaldığı yerden başladı.
Kör talihli gelin arabasından ortalığa korkunç bir acı yayıldı. Gözyaşı, çığlıklar,
koşturmaca.. Ateşe koşanlar, ateşe düşenler, yardım etmek için debelenenler,
yardım edeni izleyen şaşkın gözler herkes tam kadro oradaydı. Acının ortak
lisandaki her hali yaşandı. Metanetimi hiç kaybetmeden, tuzağa kapılıp gözyaşı
dökmeden, buz gibi baktım olan bitene.
Yangın efektine, oyuncuların alevlere verdiği tepkilere.. “Ambulans nerede? Feride geldi onca yoldan, sönmedi mi bu
yangın?” diye diye eyledim kendimi. Her birinin kusursuz can verdiği
karakterlerdeki acı hallerine baktım. Tamam, bunlar acının görsel anlatımı için
kağıdın soluna yazılmış cümleleri sağ tarafta temize çeken deli zekânın
ürünüydü, pek de güzeldi ama başka ne var cebinizde, dedim. Pişkin seyirciyim,
bana bunlarla gelmeyin, dedim.
Kim takacak göğsüne seni?
Bölüm ilerledi. Önce Kibrit’in ayaklarının altında kaldı
gelin arabasına kuruldum diye kibirlenen karanfil sonra Küçük Nazif’in mendili
gezmeye başladı elden ele, herkesin sevimsizi Bülent’in elleri boşaldı haber
gelince; çelik anahtarlar taşa patladı. Ben yine ağlamadım. Gün döndü, ay
çıktı, kuş uçtu. Acı? Acı uçar mı hiç? Yok. Kırıktır acının kanatları uçamaz. Yapışır, en
sadık mütemmim cüzünüz olur... Defin saati geldi çattı. Kimi kucağında, kimi dört kolluya girip tabutları taşıdı, dermanı
yettiğince.. Bu sahnede kaçınız yenildi gözyaşlarına? Dimdik durdum. Ağlamadım.
Biri evladını, diğeri can yoldaşını elleriyle toprağa koydu, öteki uzaktan baktı; herkes yandı. Tabutlar açıldı. Küçük Nazif ve Safiye Hanım geldikleri yere yolcu edildi.
Ben, etrafı izledim. Acına senden çok sahip çıkanları, nasıl acı çekmen
gerektiğini öğretenleri, çelengin de en büyüğü bizim ki değilmişçileri, bitse
de gitsekçileri, ağlama bu kadar mezarında huzur bulamazcıları arakladım
kadrajdan tek tek, damla akıtmadan..
Ne günah işledim değil, hangi dersi alamadım da durmadan sınanmaktayım diye sormalısınız Nazif Bey..
Önde Nazif Kara ve bakiyesi arkasında mahalleli, bitmeyen yolları adımlarken,
pencerelere baktım. Boş pencerelere.. Kıpırdayan bir tülün ardında “Başını
bile kapatmamış!” diyen tüh'leyen kapı komşusu o teyzeyi aradı gözlerim, az sonra helva kavurup
getirecek olan o gamsız teyze hani.. Dalyan, Nazif Bey ile konuştu, ben,
Feride’yi izledim. Mahir’in yeni yoluculuğunun dışında kaldığını ondan önce
kadrajın bildiği Feride’yi. Bence bir reji dehasıdır, ders olarak okutulmalı Feride için yaratılan bu görsel
öteleme. Feride’nin kelimelere dökülmeyen tereddüt anlarını, aklına geldiği,
düşündüğü için bile utanacağı her soruyu reji kaçamak kadrajıyla cevapladı. Seyirciyi yüzleşeceği ve bir sezon boyunca hazmetmeye çalışacağı gerçeğe hazırladı.
Hikaye, seyircinin vicdanına da oynadı ve herkesin sevimsizi Bülent’i evlat acısıyla
yıkadı. Pakladı da, Bülent'in nevrotik isyanı daha itici geldi, "Evladımın hatırası" diye inlerken içim katmerli bulandı. Velhasılıkelam hikaye, geçen iki sezonu,
yaşananları, aşkın en güzel halini Küçük Nazif ve Safiye Hanım’la birlikte
toprağa koydu. Yeni bir defter açtı. İlk sayfaya adı yazılmış Cüneyt Yanbal, katliamların olası faili
diye Mahir’in önüne atıldı. Feride, patlama olayını duyduğu andan itibaren aklında dönüp
duran soruyu nihayet kusup, Mahir'e, “Bizi düşün” kartını oynadı. Tatlı Feridemiz yine ve döne döne, öğretilmiş bir ahlak eşliğinde hayatı mı tokuşturacak? Vay halimize!
"Ben böyle durarak yaşayamam Feride!" Mahir'in en önemli cümlesiydi. Bence Mahir, bölümün en başında bu cümleyi sarf ederek yürüdü gitti Feride'nin hayatından. Başka olacağını ilan etti. Konu kapandı. Feride'nin hali dünyevi bir çabalamadır ve bencillik ile altlı üstlü ranzada uyur o masum çabalar doğruyu söylemek gerekirse.. Mahir, kollarında Feride varken ve acı ile devinirken o -rejini daha da küçültüp, ruhumuzu taammüden darladığı- arka bahçede, kalktım bir sigara yaktım. Gözyaşlarımı sildim. Sonra.. Sonrası malum.. Ölümle sınananların sevda yemini bozulur ey ahali; bu keyifli ama acıtan hikayenin peşinden giden herkese sabır diliyorum. Karadayı'yı her hafta düzenli olarak yazamayacağımı biliyorum, ama gözüm üzerinizde..
Emeği geçen herkesin gönlüne bereket,
Böyle işte..
R.