Cihan Ercan: Mafyavari işlerde oynayamam galiba, sıkılırım o ağır atmosferden

Cihan Ercan: Mafyavari işlerde oynayamam galiba, sıkılırım o ağır atmosferden
Fotoğraflar: Emre Yunusoğlu
Mekân: Bina Moda
Cihan Ercan’ın ürkek bakışları, benim merak dolu bakışlarımla buluştuğunda “Eyvah! Konuşturmakta galiba zorlanacağım” dedim. Normalde röportajı yapan için 30 dakikalık bir ses kaydı bile uzundur. Belki kulağa kısa geliyor ama bu sürede bir röportajı yazıya döktüğünüzde kırpmanız gerekebilir. Cihan’la röportaj bittiğinde ses kayıt cihazında 51:39 yazılıydı. Ve karşımdaki kişinin aklında hâlâ şu kaygı vardı: “Umarım güzel cevaplar verebilmişimdir”.

Kendisinden çok, karşısındakini düşünen; kalbinin temizliğini görmeniz için onu uzun süredir tanımanızı gerektirmeyen, kahkahayı sohbetinin nişanesine dönüştürmüş, çekingenliğiyle tezat dobralığa sahip biri Cihan Ercan. Kendini tek bir cümleyle özetliyor: “İnsanların gri ve sıkıcı olarak gördüğü ama içeriden huzurlu ve sıkıcı olan Ankara hayatından geliyorum”. Arkadaşları ekran oyunculuğu için İstanbul’a gelirken, o bir süre bu duruma direnmiş. Bir şeyi 40 kere söylersen olur derler ya, Ercan da “Dizide oynamam ama Leyla ile Mecnun gelirse belki düşünürüm” cümlesini 1000 kere söylemişim. Bu serzeniş inadının kırılmasına, İstanbul yollarına düşmesine ve de Onur Ünlü kafasını bizzat deneyimlemesine yol açmış. “Onur Ünlü herkesin çocuk gibi oynamasını sağlar” diyerek anlattığı Leyla ile Mecnun setiyle başladığı ekran macerası bugün Fox TV’de yayınlanan No: 309 ile devam ediyor. Az biraz melun, yer yer de atarlı ve sinsi Erol karakterine hayat veren Ercan, No: 309’u okuduğu senaryolar içindeki en komiği olarak değerlendiriyor. Ancak söz konusu Türkiye’nin komedi karnesi olduğunda İşler Güçler, Leyla ile Mecnun ve Ben De Özledim gibi işlere olan özlemini söylemeden de geçmiyor. Bize de “O gemi bir gün gelecek” demek düşüyor.



● Ekran komedi açısından kuraklık yaşarken No: 309 su kaynağı oldu resmen. Sizi de kendine kolaylıkla çekmiştir.
Sizin de dediğiniz gibi dönem itibariyle komedi senaryosu pek gelmiyordu. No: 309, temelinde çatışması olan güzel bir komedi. Hem bu özelliği hem de oyuncu kadrosunda pek çok tiyatro kökenli ismin olması beni kolaylıkla çekti kendine. Okuduğum dizisenaryoları için de en komik olanı da No: 309’du. Durum böyle olunca kabul etmemek imkansızdı.
 
● Orijinaline bakma şansınız oldu mu?
Kabaca baktım; neler oluyor, nasıl gelişiyor ve çatışması nedir, görmek istedim. Erol karakteri ilk başta şu an ekranda gördüğünüz gibi komik bir rol değildi. Şirket çatışmasında Furkan’ın (Palalı) canlandırdığı Onur’un karşısındaki adamdı. Şu anki komik halleri sonradan çıktı. Tabii Ceren’le (Taşçı) de köpürttük güzelce. Ceren’den laf açılmışken pırıl pırıl bir partnerim olduğunu söylemeden geçmeyeyim. Şimdi diziyle birlikte bir yandan da tiyatroya koşturuyor. Mezun olduğu arkadaşlarıyla birlikte Kenardakiler adlı oyunu sahnelemeye başladılar.
 
● Ceren’i Komedi Türkiye programıyla tanıdık. Yanlış bilmiyorsam No: 309, ilk ekran deneyimi. Setin ilk zamanları paslaşmalarınız nasıldı?
Sadece Ceren’le değil, Beyti (Engin), Sevinç (Erbulak), Ceren ve ben nasıl oynayacağımızı iki hafta içinde öğrendik. Aramızdaki matematiği çözdük ve şimdi ekstra hiçbir çalışma yapmıyoruz. Bir tiyatro oyununda oynayan oyuncuların arasında nasıl bir elektrik varsa biz de aynısına sahibiz. Biri bir şey yaparken diğeri ona hemen karşılık veriyor.
 
● Erol Ev’deki sahnelerde doğaçlamadan geçilmiyor o zaman. Erol’un annesiyle sadece gözleri ve mimikleriyle anlaştığı sahneler favorim. Dram dizilerini hafiften ti’ye alma durumu var gibi. O da doğaçlama mıydı?
Sevinç’le (Erbulak) birbirimize söylememiz gereken iki söz vardı. Ve ilk başta kafa sesi olarak planlanmamıştı. Yönetmenimiz “Bunları konuşmadan birbirinize anlatın” dedi. O sahneyi öyle çekince yerleşti. Şimdi neredeyse her bölümde o tür sahnelerimiz oluyor. Bizim de işimizi kolaylaştırdı. Sevinç’le olan sahnelerde hiç ezber yapmıyoruz (gülüyor). İlk başlarda kaşımızı gözümüzü çok fazla oynatarak yapıyorduk ama şimdi durup sadece birbirimize bakarak da sahnenin hissini verebiliyoruz. Sevinç kelimenin tam anlamıyla bir çocuk, öğrenci ve öğretmen gibi. İnanılmaz biri. Onun için bir paragraf açarım. Öğrenmeye ve oynamaya çok açık. Beyti’yle de çok eskiden arkadaşlar, birlikte tiyatro oyununda oynamışlar. Çok ilginç bir denk gelme oldu. Baktığınızda aramızda baba-oğul, anne-oğul’u oynayacak yaş farkı da yok. Sevinç benden 7, Beyti de üç yaş büyük. Aramızdaki o sahne oyunculuğunda çıkan enerjinin oluşması rollerimizi inandırıcı kılıyor galiba.
 
● Karakteri cepten çıkarmak ya da çıkarmamak; oyuncu için tüm mesele bu. Erol için durum nedir?
Leyla ile Mecnun zamanı karavanda oturup hep birlikte sahneyi okur ve “Ne yapıyoruz?” sorusunun üzerine düşünürdük. Kamera “kayıt” dediği anda da yapardık. Bu bende bir pratik oluşturdu galiba. No: 309’da da öyle yapmaya çalışıyorum. Senaryo geldiğinde de genel hikâyeye bakıyorum. Sahnelerin çoğu yarı doğaçlama oluyor.
 
● Kağıttaki Erol, şu anki konumuna kadar nasıl bir evrim geçirdi?
Fazladan biraz ana kuzusu yapmak istedim Erol’u. Öteki türlü Sevinç ve Beyti ile aramdaki yaş farkını büyütemezdik. Maşallah Sevinç’im de gencecik. Onu ana kuzusu yapmam bir tercihti. Erol’un atarlı hali de senaryoda hiç yoktu. Annesi ve eşi tarafından ezilen bir insandı. Baktığınızda bu durumun da oyunu olmaz. Üç bölüm ezildikten sonra artık o oyun biter. Öyle olunca tepki vermeye başladım. Leyla ile Mecnun’dan kalan serbest atış misali bir atarlanma durumu da söz konusu (gülüyor). Laf oyunları yapmaya çalışıyorum. Ezbersiz oluyor yine. Yaptığım her şey ezber yapmamaya dayanıyor aslında (gülüyor). Ancak tabii bir Muhteşem Yüzyıl ya da Vatanım Sensin’de “Ben burada bir doğaçlama yapacağım” gibi bir durum olmaz. Bu tamamen metne ve türe bağlı.
 
● Bu röportajı okuyan No: 309 hayranları Demet Özdemir ve Furkan Palalı’yla ilgili de sizden bir iki cümle duymak isteyecektir. Geleneği bozmayalım ve karşılıklı rol aldığınız oyuncuları bir de sizden dinleyelim.
Demet’i daha önce hiç izlememiştim. Herkesin kafasında belli bir sınıflandırma vardır; romantik komedi erkek oyuncu, başrol kadın oyuncu gibi. Demet de benim için onlardan biriydi. Nasıl oynadığını bizim diziyle gördüm. Herkesten oyun alıyor ve çok güzel oynuyor. Yanında Sumru Hanım (Yavrucuk) var. Zaten onunla devamlı üretiyorlar. Furkan öğrenmeye çok açık ve hiçbir şeye itiraz etmeyen bir adam. Çok da disiplinli. Her sabah beş tane haşlanmış yumurta yiyor (gülüyor). Öyle katı disiplinli yani. Çok güzel bir adam, kendisine de bakıyor. Karşı eve baktığımızda Özlem Tokaslan’la Ankara’dan tanışıyorum, Suat Sungur’u Devekuşu Kabare’den tanıyorum. No: 309, ödenekli bir tiyatronun kulisi gibi. İşini severek yapan insanlar topluluğu desek yanlış olmaz. Biri diğerinden daha üst konumda değil. Geçmişte çalıştığım setlerde “Oraya ben oturacağım”, “Öne ben geçeceğim” gibi şeyler gördüm. Burada öyle bir durum söz konusu bile değil.
 
● Komedinin dramdan daha zor olduğu söylenir hep. Bu durumda siz zoru tercih edenlerden oluyorsunuz. Komedinin en cezbeden yanı nedir sizin için?
Şu an yapılan komedi daha light. Hareket ve tipleme komedisi söz konusu. Benim sevdiğim komedi türü şu an televizyonda yayınlanmayan Kardeş Payı, İşler Güçler, Ben De Özledim ve Leyla ile Mecnun gibi işler. Bunlar kağıt üstünde okurken kafa çalıştıran ve tepki verdiren metinler. Ben böyle senaryoları seviyorum. Komedinin cezbeden yanı da bu benim için. Burak Aksak’ın senaryoları böyle mesela. Keza Selçuk Aydemir ile Kaman Kardeşler’in de öyle. Tabiri caizse kahkahalarla okuduğum senaryolar yazıyorlar. Ancak gişe ve reyting karşılığı var mı onu tam bilemiyorum.
 
● Başta ekrandaki işleri düşünecek olursanız hem yapılan projeler hem de izleyici kitlesi açısından Türkiye’nin komedi karnesini nasıl yorumlarsınız?
En basit haliyle şu an yapılan komedi vasat. Gişe filmleri de öyle. Çok büyük hasılat da yapsalar espri seviyeleri belli. Bugün her şey totale yapılıyor. Zaten komediyi AB’ye yapmak riskli ve hiç ticari değil. Televizyon için ancak prestij getirebilir. “Ben akşam 10’da ya da 11’de yayınlayacağım ve reytingi de umurumda değil” deyip bunu göğüsleyen birileri çıksa keşke. Onun yerine tutan şeyin benzeri bulunuyor ve o yapılıyor.
 
● Sektörün içinden biri olarak baktığınızda total sizce doğru değerlendiriliyor mu? “Totale oynamak” terimi dilimize pelesenk oldu resmen.
Hangi verilerle hareket ediliyor açıkçası bilmiyorum. Bizim yüzdelik verimizde ilk sıralarda total kitle var. AB de güçlü ama daha çok totalin taleplerine dikkat ediliyor. Mesela reklamın da ABC’ye yönelik verildiği söylenir. İnanın bu tür şeylere benim de kafam ermiyor. Söyleyebileceğim tek şey yapım şirketleri ve kanalların para kazanma konusunda bir karar vermeleri gerektiği. İnsanlara kaliteli bir şey sunarsanız buna alışılır ve talep bu yönde değişebilir. Şu an kaliteli bir iş gördüğümüzde ağzımızdan ilk şu cümle çıkıyor: “Çok güzel işe benziyor, tutmaz bu”. Ne kadar acı bir durum! Parlak fikir olursa internette yer bulur diye düşünüyoruz. Beğenilerimiz ve beklentilerimiz sanki aşağı çekildi.
 
● Dünyadaki komedi işlerine baktığınızda biraz zorlasak hangisine yakın bir proje Türkiye’de yapılabilir?
Shameless uyarlanacakmış şimdi. Hepimiz için büyük bir korku değil mi? (Gülüyor.) Ferhan Şensoy konuşuluyordu, yalan haber çıktı. Şimdi de Hazal Kaya’nın Fiona olacağını duydum. Açıkçası “keşke uyarlamasalar” diye düşünmüyor değilim. Şu memleketten Shameless gibi sert metinler yazan iki üç adam çıksın ve onların işleri başkaları tarafından satın alınıp seyredilsin. Mesela Emrah Serbes, Türkiye’nin Shameless’ını yazar. Ama yazdırırlar mı ya da yayınlatırlar mı? Ercan Mehmet Erdem de o sertlikte bir senaryo yazar. Murat Uyurkulak için bir ara televizyona romantik komedi uyarlayacağı söyleniyordu. Keşke ekrana orijinal bir şey yazsa, tadından yenmez. Ancak maalesef bu yol çakıl taşlarıyla dolu.
 
● Tüm handikaplar bir günlüğüne ortadan kalktı ve atış serbest. Sizin için nasıl bir karakterin yazılmasını isterdiniz? Ve yönetmen koltuğunda kim olurdu?
Öncelikle politik kabare yapardım. Televizyonda bana bir karakter yazılmasından önce herhalde ilk isteğim bu olurdu. Televizyonda ise cinsiyetçi, homofobik, pis bir karakter oynamak isterdim. Gerçi şu an tüm handikaplara rağmen oynasam çok yadırganmaz. RTÜK, sigara ve alkole dikkat ettiği için herhalde homofobik söylemi ya da cinsiyetçi, eril bir dili fark etmezdi. Hoş tam da emin değilim bundan (gülüyor). Onun Ünlü’nün bakış açısını seviyorum. Tek günlük böyle bir eylem yapılacaksa o yönetsin.
 
● Onur Ünlü bizler için deyim yerindeyse bir sır küpü. Nedir bu Onur Ünlü kafası? Bizzat deneyimlemiş biri olarak ilk ağızdan dinlesek.
Aslında bizler için de yarı sır küpü. Onun kendi dünyası var. Leyla ile Mecnun’da Ahmet Mümtaz Taylan ve Köksal Engür gibi çok deneyimli ustalarla çalıştık. Onur Ünlü herkesin çocuk gibi oynamasını sağlar. Herkes tetikteydi o setteyken. Ona daha güzel görünmek ve kendimizi beğendirmek için çabalardık hep. Bu tamamen istem dışı ama. Onur Abi’nin üzerimizde hep öyle bir etkisi oldu. Bir de pek açık etmediği şairane bir yanı var onun. Ah Muhsin Ünlü mahlasıyla şiir yazar. İzmit depremini birebir yaşayanlardan. Bir hastalık atlattı ve aynı yıl Altın Portakal kazandı. Değişik grafiği olan bir hayat. Onur Abi’yi seven sevmeyen herkes onunla çalışır. Sette çalışılacak bir yönetmen. Zaten “Hadi, hadi bitiriyoruz” modunda gelir sete (gülüyor). Biri bir şey yapar mesela, o da hiç gülmez ve “Çok komiksin” diyerek tersten vurur. O yönden de hocadır. Yolda yürürken bir anda “Parkeler de çok güzelmiş, elinize sağlık” der yanındakine. Eğer bunu söylediği kişi o ana adapte olursa oyuna devam eder. Kimse de sorgulamaz bu adam ne diyor diye. Kim bilir belki yerler parke bile değildir. Onur Abi kafasına göre bir şey üretip insanları buna inandırır. Ve bu durum bir çocuk oyunu misali devam eder.

 

● No: 309 ve komediden bahsettik. Biraz da kameranın görmediği adamı, Cihan Ercan’ın kendisini tanıyalım. Set dışında nasıl vakit geçirirsiniz? Nasıl bir ailede büyüdünüz?
Tek bir cümleyle özetleyebilirim durumu; “Ankaralıyız işte ya!” (gülüyor). Tam bir Ankaralıyım, kendimi öyle görüyorum. Babam memur, annem ev hanımı. İnsanların gri ve sıkıcı olarak gördüğü ama içeriden huzurlu ve sıkıcı olan Ankara hayatından geliyorum. Ankara Üniversitesi Dil Tarih Fakültesi’nde birlikte okuduğum oyuncu arkadaşlarımla birlikte bir tiyatro çabamız oldu. Sonra yavaş yavaş İstanbul’a gitmeler başladı. Ben inadımdan biraz daha kaldım. Televizyon hiç istemiyordum. Bir de çok beklediğim için biraz öfkeliydim, popüler kültür eleştirisiyle doluydum. Yattığım yerden “Oluyor mu böyle ama?” diye söylenen bir tiptim (gülüyor). Dizide oynamam ama Leyla ile Mecnun gelirse belki düşünürüm diyordum. Bu sırada hiçbir yere ne başvurum var ne de bir audition’a gitmişliğim. Evimden evrene sesleniyorum. 1000 kere falan demişimdir ama (gülüyor).
 
● Ve 1001’inci deyişinizde bir baktınız Leyla ile Mecnun’un kadrosundasınız.
(Gülüyor). Öyle oldu ama enteresan bir hikâyesi var. Bir gün menajerlik ajansım Şogen’den haber geldi. Eflatun Film, Şubat’ı yapıyormuş. Beni de onun için çağırmışlar. Oldukça küçük bir roldü. Hiç unutmuyorum, Funda Alp’le görüşmüştüm. “Ben Leyla ile Mecnun’da oynamak istiyorum. Bu, oynayabileceğim bir şey değil ama beni Leyla ile Mecnun’A alsanız sırıtmam orada” dedim. Tabii anında “yok” cevabını aldım (gülüyor). Ben de Ankara’ya döndüm. Aradan üç ay geçti. Bu sırada bir rol yazılmış. Derken kendimi Leyla ile Mecnun setinde buldum. Bu iş sayesinde vakit kaybı olarak gördüğüm o boş dönemimi telafi etmeye çalıştım. Televizyonun, normal oyunculuk disipliniyle yapılacak bir şey olmadığını gördüm. Buna alışmak için İstanbul’a keşke biraz daha erken gelseydim diye düşündüm. Mesela Ahmet Mümtaz Taylan’a çay doldururken kameranın çayı çekmediğini 30 yaşında öğrenmeseydim (gülüyor). Bu tür şeyler biraz zor oldu tabii. Allah’tan karşımda Ahmet Mümtaz Taylan vardı, tatlı tatlı öğretti. Hiç unutmuyorum, “Ama n’apıyorsun gerizekalı?” şeklinde sevecen şekilde bana işin püf noktalarını anlatmıştı. Onun o tatlı, babacan öğretmen yanını çok seviyorum.
 
● Komedi oyuncularında genelde yazma veya yönetmenlik kabiliyeti de oluyor. Var mı sizde bu yönde bir eğilim?
İsterim ki herkes hem yazabileceğimi hem de yönetebileceğimi düşünsün ama hiç yapmayayım. Samimiyetle böyle isterim. Herkesin her şeyi yapması durumu çok kutsanıyor. Herkes her şeyi yapabilir ama yapmalı mıdır? İşin bir de bu boyutu var. Aklına fikir gelip yazana saygı duyarım ama ne bileyim yazmak veya yönetmek bir iddia. Yazsam yazarım, çeksem de çekerim. Mesela geçmişte para kazanmak için reklam metni yazmışlığım var. İleride sevdiğim arkadaşlarımla “Hadi birlikte bir şeyler yapalım” dersek kalem oynatırım belki.
 
● Keşke oynatsanız, tweet’lerinizin takipçisiyim. Avrasya Tüneli için ad aranırken sizin isim öneriniz oldukça iyiydi; TunnelBear (gülüyoruz). Gördüğüm kadarıyla sosyal medyada aktifsiniz.
İnternet dünyasında olan biten ne varsa haberim olur. Herkesin izlediği komik bir video mu düştü, ben onu herkesten beş dakika önce izlemişimdir. Sıkı takipçiyimdir. Zaten evde de bir yanda televizyonda haber kanalı açık durur, laptop’da Twitter açıktır, telefonumda ise diğer sosyal mecralar. Evdeki sıradan halim bu. Ancak hakkımdaki yorumları didiklemem veya araştırmam.
 
● Bugüne kadar sizi hep komedide izledik. İleride yine Şubat’ta olduğu gibi dram türü bir işle yollarınız kesişse yaklaşımınız nasıl olur?
Manevi tatmini bana devamlı yaşatabilecek bir rol olması lâzım. Geliştirilebilir olmalı. Mesela Muhteşem Yüzyıl’ın geçtiğimiz sezonunda Erkan Kolçak Köstendil’in rolü tam da bahsettiğim gibiydi. Tarihi bir karakter ama geliştirilebilir yanı vardı. Mafyavari işlerde oynayamam galiba. Sıkılırım o ağır atmosferden. Gönül ister ki salt komedi olmayan bir iş gelsin. Ya sadece dram ya da komedi geliyor. İkisinin terazide eşit ağırlıkta olduğu bir şey gelse ve biz de oyunculuk yapmanın tadına varsak. Bana zaten komediden başka senaryo gelmiyor. Yelpazemi farklı yöne çevirmek benim elimde değil şu an. Seçici olmak istesem de seçeceklerim belli, hepsi komedi. İyi dram oyuncusu komedyenden çıkar derler. Çok iddialı bir sözdür bu baktığınızda. Erol Günaydın, Münir Özkul ve Şener Şen üzerinden anlatılır. Bu yönden baktığınızda yapımcıların da oyuncunun içindeki oyuncuyu görmesi lâzım.
 
● Komedinin nişanesi nedir sizin için? Bir söz, insan veya tanımlamayla komedi kelimesinin içini doldurmanızı istesem…
Şöyle bilimsel bir araştırma var. İnsan tek başına, mutsuzken gülüyormuş gibi durursa vücut gülmeyle ilgili olumlu hormonları salgılamaya başlıyor. Dışarıdan içeri bir etki söz konusu. Komedi bunu çok net bir etkiyle yapıyor. Ah bir de kafa çalıştırabiliyorsa işte o zaman komedi kelimesinin içi dolmuş olur. Adile Naşit gözleri dolu dolu güler ya; işte komedinin o bıçak sırtı tarafını seviyorum. İkinci Bahar komedisi de benim için vazgeçilmezlerdendir.
 
● Politik kabare yapmak istediğinizden bahsettiniz. Türkiye’nin siyasi tablosunu nasıl değerlendiriyorsunuz?
Yaşadığımız dönemden hiç memnun değilim. Hayata dair olumlu, pozitif, bilime dayalı, daha güzel şeyler düşünen insanların giderek köşelere sıkıştığını hissediyorum. Bütün toplumun kaderi birkaç seçilmişin iki dudağı arasına doğru gidiyor durum. Bu gidişata net bir şekilde hayır diyorum. Tabii bunu derken bugünkü politik atmosferin sebeplerinden birinin muhalefet olduğunu da göz ardı etmiyorum. Ancak onu konuşacak zamanda değiliz bence, icraatı yapanlar başkaları. Umarım bu grilik, kasvet yerini daha güzel, olumlu, huzurlu bir atmosfere bırakır.



KISA KISA
 
Tüm zamanların en iyi filmi:
Ben biraz yerli filmciyim galiba. Eşkıya’yı tam 7 kez sinemada izlemişliğim var. Vizontele’nin ilkini de 5 kere seyrettim. OldBoy favorilerimden. Kore Sineması’nı severim. Şu anda heyecanla Trainspotting 2’yi bekliyorum.
 
Takip ettiğiniz yabancı diziler:
Flight of the Conchords ve Curb Your Enthusiasm gibi beyin mıncıklayan dizileri seviyorum. Lie to Me’nin hastasıydım. Bilgisayarımda hâlâ duruyor, arada bakarım. Oyunculuk dersi gibi. Çok mikron hareketler ve yakın plan çekimler söz konusu. Kamera oyunculuğunun rehberi niteliğinde.
 
Son zamanlarda keşfettiğiniz müzisyen:
O konuda çok nostaljik kalıyorum. Yenileri keşfetmek yerine eskileri dinliyorum. Sezen Aksu’nun Türkiye Şarkıları adlı bir konseri var. Ona takıldım bu sıralar. Bir de Jülide Özçelik’in senfoni orkestrasıyla olan konserini dinliyorum. Yeni müziği de pek sevmiyorum. Pop mu, caz mı belli olmayan bir sound’ları var. O yüzden “Ne varsa eskilerde var” sözü benim müzik zevkim için geçerli.
 
Son zamanlarda sizi en çok etkileyen tiyatro oyunu:
Kenardakiler. Bu bir reklam değildir. Herkesin gitmesi gereken bir oyun, benden söylemesi. Bir de yeni bir haber var; İstanbul’un değişik sahnelerinde Sevinç Erbulak ve Fırat Tanış “Ayrılıyor” (gülüyor). Ayrılık’ı henüz izlemedim ama ilk fırsatta izleyeceğim.
 
Bilmediğimiz bir yeteneğiniz:
Bu yetenekten sayılır mı bilmem ama oyuncu olmasaydım uzun yol tır veya taksi şoförü olmak istiyordum. Çok küçük yaştan itibaren otomobil kullanmaya başladım. Her türlü şoförlük mesleğini yapabilirim. Bu konuda çok iddialıyım (gülüyor). El becerimin olduğunu da söylerler ama yetenek diye söylenmemeli bence. Bunun dışında mesleğimle ilgili yan yetenekler var; enstrüman çalma, şarkı söyleme… Ancak bunların hepsine yetenek dersek kelime anlamını yitirir. Yetenek aslında ne yaptığını bilmeden mucizevi şeyler yapan insanlar için söylenmeli.
 
Hangi konuda becerikli olmak isterdiniz?
Üç dört yabancı dili anadilim gibi konuşabilmek isterdim.
 
BİZE YAZIN!
Ad
Soyad
e-mail
Mesajınız
GÖNDER