Challengers: Tenis kortunda kaybolan film

Challengers: Tenis kortunda kaybolan film
Yazı için tenisle alakalı filmleri araştırırken çok fazla film/dizinin çekilmediğini fark ettim. Her ne kadar oldukça yetenekli tenisçiler (Serena ve Venus Williams kardeşler, Federer, Nadal, Djokovic...) sayesinde tenis en popüler sporlar arasına dâhil olup yetenekli tenisçilerin maçları bol rating almasına rağmen bu sporun sinemaya yansıması bekleneceği kadar olmamış.  

Şu zamana dek Williamsları yetiştiren baba Richard Williams’ı konu alan, Will Smith’li King Richard, Bobby Riggs’le Billie King’in rekabetini konu alan, Emma Stone ve Steve Carrel’lı Battle of the Sexes, Björn Borg’la John McEnroe’nun rekabetini işleyen, Sverrir Gundason ve Shia LaBeouf’lü Borg vs. McEnroe, Kirsten Dunst ve Paul Bettany’i buluşturan Wimbledon, tenis parodisi Seven Days in Hell filmleri çekilmiş. Tenis ve sinema deyince bu filmler öne çıkıyor. Daha pek çok filmde tenise yer veriliyor verilmesine de odak noktasına tenisi koyan filmler deyince bunlar akla geliyor. Ne yazık ki başka da film yok. Son yıllarda Federer ve Nadal sayesinde daha da popülerleşen, milenyuma girildiğinde Williams kardeşler sayesinde de etkisini katlayan bu sporu sinema ve TV yeterince önemsememiş gibi görünüyor. 

Justin Kuritzkes’in senaryosunu yazdığı, Luca Guadagnino’nun yönettiği Challengers bu açıdan öne çıkıp heyecanla bekleniyordu. Tenis kortları, King Richard’tan birkaç yıl sonra yeniden sinema salonlarına taşınmış oldu. Zendaya, Mike Faist ve Josh O’Connor’lı film birbirlerini seven Art ve Patrick’in (Faist ve O’Connor) tenis tutkusuna, bu sporun şampiyonlarından Tashi (Zendaya) adlı genç kadınla ilişkilerine odaklanıyor (yani bir aşk üçgeni merkezde). Kuritzkes ve Guadagnino merkeze koydukları ve kameranın yanlarından pek ayrılmadığı bu üç kişinin geçmişten günümüze süregelen yaşamlarını, rekabetlerini, Tashi’yle ilişkilerini flashbackleri ve flashforwardları sıklıkla kullanarak anlatmayı tercih etmişler.  

Filmin sorunları da burada başlıyor. Yönetmen ve kurgucunun tercihleri filmin sürükleyiciliğine sıklıkla ket vuruyor. Günümüzden bir maçı izlerken o maç neticelenmeden hemen geçmişe kesme yapılıyor. Burada standart bir evsizlik ve fakirlik dramına yer verildikten sonra geçmişteki maç (da) başlatılıyor, ama geçmişteki maç da neticelendirilmeden günümüze dönülüyor. Film bu şekilde geçmişle günümüz arasında sahneleri bitirmeden gidip geliyor (tenis topu gibi oradan oraya). Flashback ve flashforward teknikleri sıklıkla kullanılan teknikler ama burada anlatıya hizmet etmekten çok zarar veriyor, odağı yerle bir ediyor, filmi dağıtıyor. Kötü senaryo sebebiyle umursatılamayan üç karakterin tenis kortlarındaki (birbirleriyle/başkalarıyla) mücadeleleri kötü yönetmenlik ve kurgu sebebiyle heyecanlı kılınamazken anlatının flashback/forwardla sürekli bölünmesi, üstüne 60. Dk'dan sonra slow-motionların da bolca kullanılması filmin esas sorunu oluveriyor. 

Öte yandan senarist aşk üçgenlerinin bütün klişelerini senaryosuna toplamış. Tashi’nin istediği kadar başarıya ulaşılamayınca kendisi açısından çekilmez hâle gelen ilişkileri (Patrick’le ilişkisi, Art’la evliliği), Patrick’in Tashi’den vazgeçememesi, Tashi’nin teniste başarıyı (şampiyonluğu) önplanda tuttuğu için Patrick ve Art’ı kıskandırma çabası, nedeni açıklanmayan toksikliği, egoistliği ve nice aşk üçgeni klişesi resmi geçit yapıyor filmde. Fakat karakterler yeterince umursatılamadığı için aralarındaki rekabet kadar aşk da beklenen etkiyi yaratamıyor. Bunun bir sebebi de filmin dramasına zerre uymayan müziklerde saklı. Enerjik müziklere imza atıp filmlerin heyecanını/temposunu yükselten Ross/Reznor ikilisinin müzikleri bu tenis/aşk dramasına hiç uymuyor. Bu uyumsuzluk da izleyiciyi filmden koparıyor. Ross/Reznor ikilisi bir dramaya değil de Rush (Ron Howard, 2013) gibi bir filme müzik yaptıklarını sanmışlar. Halbuki ortada enerjik bir kurgu/anlatı, hikâye yok, bu yüzden müzikler de anlatıya uyum sağlayamıyor. 

Bir diğer sorunsa Zendaya’nın gençliğinde saklı. Şampiyon, egoist, varlıklı bir tenisçi için doğru bir seçim olsa da yaşından daha da genç duran hâli sebebiyle eş ve anne rolleri için yanlış bir seçim oluyor. Daha önce Malcom & Marie’de de karakteriyle uyumsuz olan Zendaya geçmişte geçen sahnelerde fena değilken günümüzde evli ve çocuklu birisi olarak inandırıcı olamıyor. Kurgu, müzikler, kötü klişeler, kötü senaryo hamlelerinden sonra izleyici bir de Zendaya’nın inandırıcılıktan uzak oyunculuğuyla hikâyeden koparılıyor.  

Bu arada Guadagnino’nun filmi için “erotik” tanımı sıklıkla kullanılıyor. Bir tenis filmi olarak az sayıdaki filmler arasında öne çıkıyor belki (iyi olamasa da) ama erotik olduğunu söylemek güç. 80’ler, 90’lar ve milenyumda çekilen filmleri düşününce Challengers’a erotik demek güç oluyor ama cinselliğin filmlerde gereksiz görüldüğü, cinselliğin olmadığı hikâyelere alışıldığı bir dönemde en azından bu tarafıyla dikkat çekmesi kötü değil.    

Velhasıl Challengers hiçbir açıdan beklentileri karşılayamayan bir film. Guadagnino’nun kariyerindeki en zayıf filmi olup çıkmış. Yukarıda andığım tenis filmleri, özellikle Borg vs. McEnroe bu filmden daha iyi, bu filmlere şans verilebilir.
BİZE YAZIN!
Ad
Soyad
e-mail
Mesajınız
GÖNDER