Hikaye anlatmak zor iş, hele bir de var olmayan bir dünyaya izleyiciyi/okuyucuyu inandırmaya çalışmak daha da zor bir iş. Ama bazı hikayeler öyle bir yerden yakalıyor ki bizi, hiç itiraz etmeden bağımlısı oluyoruz. Ben de böyle bir hikayenin ortasında buldum kendimi, üzerinden zaman geçtikçe daha da anlamlandı, bu sebeple de yazıya dökme ihtiyacı çıktı ortaya. Konumuz Hulu yapımı The Handmaid’s Tale.
The Handmaid’s Tale, geçtiğimiz Eylül ayında gerçekleştirilen Emmy ödüllerinde, en iyi dizi kategorisi de dahil olmak üzere 8 dalda ödül kazanarak yıla damgasını vuran bir yapım olduğunu bir kez daha kanıtladı. Dizinin hikayesi Margeret Atwood’un aynı adlı romanından televizyona uyarlandı. The Handmaid’s Tale’in alacağı ödüllerin ayak sesleri ilk yayınlandığı anda gelmeye başlamıştı zaten, beni bu yazıyı yazmaya iten de, dizinin neden bu kadar yankı uyandırdığına duyduğum merak oldu.
Hikaye yakın gelecekte ve hiç de uzakmış hissi uyandırmayan bir zamanda geçen bir distopya. Distopya olmasının dışında, aynı zamanda çok da güçlü bir kadın hikayesi. Aslında çok güçlü erkek egemen bir sistemin, farklı statülerde de olsa kadınları köleleştirdiğini izliyoruz. Ancak hikaye tümüyle kadın dünyasını merkeze aldığından, kadın hikayesi olarak değerlendirmek daha doğru. Bu sene televizyonda Big Little Lies’la birlikte şahane kadın hikayeleri izledik ki bu da erkek hakimiyetinden sıkılan izleyici için sevindirici bir durum. Bir yandan da yapımcıların bu tip işlere yöneleceğine olan umudumuzu artırıyor.
Aslında son yıllarda distopyalar çok revaçta, The Handmaid’s Tale de bunu trendi doğru yerden yakalamış gibi görünüyor. Hikayenin, içinde bulunduğu dönemi iyi anlatmasının dışında, bu döneme nasıl gelindiğini tane tane, izleyiciyi ikna ede ede anlatması galiba bu başarının altında yatan en büyük etkenlerden biri...
Hikayenin daha en başında alabildiğine puslu bir ortamın içinde buluyoruz kendimizi. Herkes çok donuk, herkes bir şeyler için orada, ama aslında kimse orada olmak istemiyor gibi. O bastırılmışlığı çok net görebiliyoruz. Geçmişteki hayatında sevdiği bir işi, mutlu bir evliliği ve bir kızı bulunan June’un hayatının bu duruma nasıl geldiğini, merak uyandıran flashbacklerle izliyoruz. Dünyada çevresel felaketler artık insanlığın türünü devam ettirmesini tehdit edecek boyutlara ulaşmış, doğum oranları çok ciddi düşmüş durumda. Doğurganlık özelliğini koruyan kadınlar, bu sebeple oldukça önemli. Ancak devlet elbette onların alelade bir soyu devam ettirmesine müsaade edemez çünkü bazı kıymetli kimselerin soylarının devam etmesi çok daha önemli. İşte bu noktada, hayatına, hatta rahmine tümüyle el konulan kadınlar bunlar. Elbette yalnızca ‘ahlaklı’ olanlarına hayat hakkı tanınıyor.
Normal şartlarda bir distopya okuduğumuzda onun kasvetli havasına bürünür, ancak çoğunlukla kendimizden çok uzaklara atar, "yok canım bu kadarı da olmaz" deriz. Fahreneit 451’de* yakılan kitaplar, 1984’te* her an gözetleyen kameralar… Üçüncü bölümde June, tüm bunları okuduğumuzda kendimizden uzak tutuşumuzu, ufak tefek aksilikler olsa da, işlerin o noktaya asla varmayacağına olan inancımızı, geçmişinden hatırladığı sahnelerle epeyce sarsıyor. Aynen altında ateş yanan bir kazanın içindeki kurbağaya benzetiyor, geçmişte uykuda olan halini. Kazan ısınıyor ama kurbağa fark etmiyor çünkü yavaş yavaş ısınıyor. Sanki onun iyiliği içinmiş gibi... Sanki onu yok etmeye çalışmıyormuş gibi... İşte aynen o kurbağa gibi yaşadığı tersliklerin, tümüyle hayatını kuşatacağının farkına varamıyor June. Ta ki halkın güvenliğini ve geleceğini korumaktan başka derdi(!) olmayan siyasi irade, kadını, işe yarar insanların nesli devam etsin diye ‘damızlık’ haline getirene kadar.
Aslına herkes oradan kurtulmak istiyor gibi... June da istiyor bunu. Ama diktatörlükleri ayakta tutan en önemli unsurlardan muhbirlik müessesesi burada da işliyor. Bu sebeple çıkış yolu arayanların cesareti daha baştan kırılıyor. Arkadaşlarının başına gelenlerin, her an kendi başlarına gelebileceğinin herkes farkında. Tüm karamsarlığıyla üzerimize çöken bu dünya, kendi dünyamızı anlamlandırma çabamıza bir ışık tutuyor. Kurbağanın düştüğü hataya düşmeyin diyor bir şekilde…
The Handmaid’s Tale’in bu kadar çok tutulmasında elbette çokça sebep var. Oyunculuklarıyla, diyaloglarıyla, müzikleri, sinematografisi ve teknik alt yapısıyla bolca övgüyü hak ediyor. Ancak işin bir de zamanlama boyutu var galiba. İçinde bulunduğumuz dönem, dünyadaki siyasi gelişmeler ve artan milliyetçi eğilimler artık olayları farklı bir biçimde okumamıza sebep oluyor. Özellikle Trump sonrası hem Amerika’da hem de tüm dünyada yükselen karamsarlık da oldukça büyük bir etken. Tıpkı George Orwell’ın bu tip dönemlerde çok satanlar listesinde hızla yükselmesi gibi bu hikaye de izleyicide hızla karşılığını buldu.
Şimdilerde devamını merakla beklediğimiz dizi ikinci sezon onayını çoktan aldı. Bakalım yeni sezonda izleyiciyi neler bekliyor.
Distopyaların kurgudan ibaret kaldığı, güzel günlerde yaşamak dileğiyle…
*Fahrenheit 451-Ray Bradbury
*1984-George Orwell