“Yine mi mafya dizisi yeaa?!” dediler, “Tutmaz bu dizi.”
dediler. Her yerden oluk oluk ön yargı akmaya başladı. Sonra 7 Ocak 2015’te
yayın hayatına girdi. İlk bölüm bitti, bazı filmler ve dizilerle karşılaştırılması
yapıldı. Çakma kategorisine konuldu. Ama ikinci bölümü de izlenildi, sonra üçü,
dördü… Ön yargılarla başlanan Poyraz Karayel söylenilen bütün lafları itinayla yutturdu.
Sonra zaten cümbür cemaat çok sevdik. Ama şu “Çok sevdik.” kısmını biraz açmak
istiyorum. Çünkü sadece çok sevmek değil bahsettiğim. Dokunup görebileceğiniz
bir şey aslında. Bazen duvar yazılarında, bazen bir kitabın satırlarında, bazen
de şarkılarda… Laf olsun diye değil, gerçekten çok sevdik. İnkâr edilemez bir
ruh oluştu ve bu ruh hayatın her köşesine sindi. Mesela artık Oğuz Atay’ı anlamıştık.
Biz de tehlikeli oyunlar oynuyorduk, tutunmaya çalışıyorduk korkuyu beklerken.
Postmodern edebiyatın sularına kendimizi bırakmıştık. Hatta sırf bu yüzden
ülkedeki kitap okuma oranı bile artmış olabilir (Farkındayım, çok iyimser bir
cümle oldu.). Bazı kitaplara gereken özeni verdik böylece. Sonra günlerin
anlamları değişti. Çarşambalar çarşamba olmaktan çıktı. Artık “kutsal çarşamba”
vardı. “Günlerden Poyraz Karayel”di. O kadar çok sevmiştik ki haftanın
günleriyle oynadık. Kutsal çarşamba dışındaki günleri bilmemezlikten geldik.
Tadı, tuzu yoktu o günlerin. Şimdilerde fark ediyorum da sevmek eylemine ayrı
bir boyut kazandırmışız.
Peki, niye bu kadar çok sevdik?
Kuşkusuz ilk sıraya senaryosunu koyarım. Ethem Özışık… Hikâyenin
mimarı. Öyle karakterler yaratmış, öyle olaylar kurgulamış ki düşündükçe hangi
diyardan geldiğini sorasım geliyor. Kendisini saatlerce övebilirim. Öyle
sahneler yazdı ki asla unutamam. Yeri geldi bazı repliklere sarılıp ağlamak
istedim, yeri geldi saçlarımı yoldurttu... (Saçsız kaldım Ethem Bey.).
Ana karakterler nasıl zemine sağlam oturtulmuşlarsa yan
karakterler de aynı sağlamlıkla zemine basıyordu. Hikâyeye hepsi bir şekilde
yön veriyordu böylece. Dizinin en büyük artılarından biri buydu bence. Poyraz’ı, Ayşegül’ü, Zülfikar’ı, Sefer’i,
Sema’sı, Bahri’si ve sayamadığım bir sürü karakter o kadar güzel
yaratılmışlardı ki hikâyenin sizi içine çekmesi, dalgaya karşı kürek çekmekten
farksızdı.
Bir dizi düşünün ki daha sekizinci bölümünde esas oğlanın
esas kıza söylediği bütün yalanlar ortaya çıksın. İzlerken ben de şaşırmıştım.
Yerli dizilerimizin ağdalı giriş- gelişme- sonuç gidişatlarını bilmesem bu kadar
şaşırmazdım belki de. Ama senarist Ethem Özışık olunca birinci sezon finalinden
önce Poyraz’ın polis olduğu yalanının ortaya çıkması bile kaçınılmaz olmuştu.
Birinci sezon Türk dizi tarihine adını altın harflerle
yazdırmıştır. Belki sadece 24 bölüm olmasından, belki de çok daha önceden planlandığından
kusursuz bir sezondu. Dizinin en büyük falsosu biraz da ilk sezonunun aşırı iyi
olmasıydı belki de. İşte bu yüzden insanlar sürekli ilk sezonu diğer sezonlarla
karşılaştırdılar ve özellikle ikinci sezon bazı haksızlıklara uğradı. Birinci
sezon, komşunun ultra zeki çocuğu gibiydi. Bizse sürekli komşunun oğluyla
karşılaştırılan ikinci sezonduk. Kötü değildik ama karşı taraf ultra zeki
olunca hükmen mağlup oluyorduk. Evet,
ikinci sezonun eleştirildiği kadar kötü olduğunu düşünmüyorum. Hatta çizgi üstü
bir sezondu. Çok güzel sahneler izledik. Özellikle ilk yarısı gayet iyiydi. Sonra
birtakım sorunlar çıktı ortaya. Bu yüzden bazı şeyler yazılmak zorunda kaldı. Bütün
bir sezona sırf bundan ötürü haksızlık ediliyor zannımca.
İkinci sıraya oyuncu kadrosunu ve muazzam oyunculuklarını
koyuyorum. Bir kere kötü oynuyor diyebileceğim bir kişi bile yok. Bir kadro bu
kadar mı iyi olur? Çocuk oyuncuları bile oynamıyor yaşıyor dediklerimizden.
Hiçbiri sırıtmıyor, hepsi rolünü sırtlamış şaha kalkmış. Öncelikle biraz İlker
Kaleli’yi övmek istiyorum. Kendisini Poyraz Karayel’den önce sorsalar iyi
oyuncu deyip geçebilirdim. Ama şimdi çıkardığı karakterden ve bize nefessiz,
hayranlıkla izlettiği Poyraz’dan ötürü hakkında sayfalarca yazı yazabilirim.
Hissettirmediği duygu kalmadı. Bir kutu parçasında izlediğimi unutturuyor bana.
Yaşattığı bütün duygular için minnettarım. En az Poyraz kadar çok özel insan.
Burçin Terzioğlu’nu zaten senelerdir hayranlıkla izliyordum.
Sonunda beklediğim oldu ve vitrinin önüne çıktı. Ayşegül genel olarak sivri bir
karakter değildi ama sivrildiği zaman Burçin Terzioğlu öyle hakkından geldi ki…
E boşuna ödülleri toplamadı bu kadın değil mi? Seviyoruz merkez!
Celil Nalçakan… Kendisini tanıyordum ama ismini bilmiyordum
Zülfikâr’a kadar. Ayıp etmişim. Son yılların en orijinal karakterini aldı,
kimsenin dilini uzatamayacağı çok yüksek yerlere koydu. Oyunculuğu kadar
kalbinin güzelliğine de şahit olduk. Ve çok zor olan bir şeyi başardı. Bize
samimiyetini ve sevgisini yolladı. Var olsun!
Musa Uzunlar (Yazmaya başlasam duramam diye korktum.),
Emel Çölgeçen, Ali İl, Hare Sürel, Ata Berk Mutlu, Ece Özdikici, Cem Cücenoğlu,
İdil Fırat ve sayamadığım, yolu geçen tüm oyuncular… İyi ki kadroya dâhil
olmuşlar ve iyi ki hepsini doya doya izleme fırsatımız oldu. Hepsinin şansı bol
olsun! Ve bu kadroyu bir araya getiren cast direktörünün aklından öpüyorum.
Üçüncü sıra kuşkusuz rejisinin. Poyraz Karayel’in dünyasını
kuran yegâne kişilerden biri Çağrı Vila Lostuvalı. Adım attıkça içine çeken bir
dünya bahsettiğim. Özellikle birinci sezon her karesi duyguyla yoğurulmuş, sanat
damarlarımızı birer birer inşa ederek özenle hazırlanmış. İzlerken zevkten dört
köşe olduğum bolca sahnenin olduğu doğrudur. Bazen minimal detaylarda
kayboldum, bazen de aslında gözümüzün önünde duran ama fark edilmesi güç noktaları
yakaladım. Ve bunların her biri yapaylıktan uzak, sadece hisler üzerine
yoğunlaşan göstergelerdi. Şimdiyse başka yegâne bir insandan bahsetmek
istiyorum. Osman Taşçı. Üçüncü sezon başlamadan reji koltuğuna kimin
oturacağını merakla bekledim. Çünkü Poyraz Karayel dünyası kurulan, ruhu oturan
bir diziydi. Osman Taşçı bütün “acaba”larımı her bölüm yerle bir etti. Ruhu ve
dünyası böylesine oturmuş bir işi devralmak her yiğidin harcı değildir. Özellikle
sezon açılışı ve son birkaç bölümde gösterilen performans ayakta
alkışlatabilir. Çok önceden rastlaşacaktık kendisiyle… Ayrıca sanat ekibine ve
kurguya bolca teşekkürlerimi iletiyorum.
Ve müzikler… Zeynep Alasya ve Alpay Göltekin o kadar güzel
besteler yapmışlar ki hayran kalmamak elde değil. Her tema müziği aşırı iyi.
İyiden kastım “sadece iyi” değil. Normal bir sahneyi yeri geldiğinde arşa kaldıran
bir iyiden bahsediyorum. Her tınısı özenle hazırlanmış, her notası ruhumuza
fısıldayan müzikler. Özellikle YouTube’daki ismiyle “imkânsız” müziği-mütevazı
olamayacağım- zirvedir. Daha iyisi yok. Kullanılan enstrümanlar mı desem,
kalplerini koyarak çaldıklarından mı desem… Bu kadar anlamlı besteler
yaptıkları için Zeynep Alasya ve Alpay Göltekin’e minnettarım. Çok sağ olun!
7 Ocak 2015’te kalbimi açtım Poyraz Karayel’e, bir gün bile
pişman etmedi. Hep “iyi ki”lerle izledim. Her bölümünü yüreğimi koyarak, hissederek
sindirdim. Poyraz kadar kaybettim, Ayşegül kadar umut ettim. Çok güldüm, çok
gözlerim doldu. Bazen de ağladım. Ruhuma “Poyraz Karayel ruhunu” kattım. Güzel
bir ikili olduk. Ayrılmak bu saatten sonra zor. Ağacın köklerinin toprakla
bütünleştiği kadar sağlam bir bağımız var. Zaten önümüzde çokça Temmuzlar,
Ağustoslar yok mu?
82 hafta, 82 bölüm, 191.3 saat, 11480 dakika, 688800 saniye
ve binlerce kalp… Bazı sayılar bazı anlamlara geliyor işte. Bu anlamları
hayatımıza yükleyen bazı insanlar da var. Ama en anlamlısı Ethem Özışık.
Kelimelerim, minnetimin yanında sığ kalacaktır. Öyle bir şeye tutundum ki
bırakması çok güç. Ve ben Poyraz Karayel’i çok sevdim. Zaten Poyraz da öyle
dememiş miydi? “Ben bu hayatta hiç az sevmedim be oğlum, hep her şeyi dibine
kadar sevdim.”. İşte ben de dibine kadar sevdim. Hayat hala benden bir şeyi
“çok sevme” dürtüsünü elimden alamadı. Kolay kolay vermeyi de düşünmüyorum. Şanslıyım
ki hala çok sevebiliyorum. Şanslıyım ki Poyraz Karayel’i çok sevdim. Teşekkürler
Ethem Özışık. Çok severek yürüdüğüm bu yolu yarattığın için teşekkürler. Afallatan
dizelerin için teşekkürler. Pes etmediğin için teşekkürler. Lisedeyken edebiyat öğretmenimin zoruyla okuduğum Tutunamayanlar’ı bana
tekrar her sayfasını zihnime kazıyarak okutturabildiğin için teşekkürler. Oğuz
Atay’a gerekli özeni gösterebildiğim için teşekkürler. Ve diğer teşekkürlerim tabii
ki de senaryo ekibine. Uygar Şirin, Melih Özyılmaz, Deniz Gürlek, Melek Seven
ve yolu bu ekipten geçen, içimizi titreten replikleri yüreğimize kazıyan
herkese çok teşekkürler. Emeğinize en çok da yüreğinize sağlık. Kaleminiz hiç
durmasın, mürekkebiniz hiç kurumasın.
Poyraz Karayel. Sektörün alnı ak, yüzü pak efsanesi. Yarattığı
duygular, bıraktığı etki sonsuz yansımalarla yankılanacak. Ve tarihe not düşün;
Poyraz Karayel diziden kitaba uyarlanmıştır. Gururla! Umutla! Sevgiyle...
NOT: Poyraz Karayel asla sadece bir dizi değildir. İşte sırf
bu yüzden:
Ey Poyraz Karayelci!
Birinci vazifen, Poyraz Karayel’i, Poyraz Karayel ruhunu, ilelebet,
muhafaza ve müdafaa etmektir. Varlığının ve özünün yegâne temeli bu ruhtur. Bu
ruh, senin, en kıymetli hazinendir. Başka edebiyat akımları dahi, seni bu
hazineden mahrum etmek isteyecek, yerli ve yabancı diziler olacaktır. Bir gün, Poyraz
Karayel ruhunu hissetmeme durumuna düşersen, hatırlamak için, içinde bulunduğun
amansız duruma boyun eğmeyeceksin. Popüler kültürün dayatmaları ile varlığın ve
özün bu sığ düşüncelerin altına girmiş olabilir ve bu yozlaşmadan ötürü harap
ve bitap düşmüş olabilir.
Ey Poyraz Karayelci! İşte, bu yozlaşma durumunda dahi, vazifen;
varlığını ve ruhunu bu klişelerle süslenmiş sığlıktan kurtarmaktır. Muhtaç
olduğun ruh, Poyraz Karayel’in dünyasında ve Oğuz Atay’ın dizelerinde
mevcuttur!