EDHO: Yuvarlak masadan bir yol uzanır dikdörtgen masaya...

EDHO: Yuvarlak masadan bir yol uzanır dikdörtgen masaya...
Rivayet o’dur ki, Briton’ların Arthur isminde çok güçlü, çok erdemli, çok adaletli bir kralı vardır. Kral Arthur, bir ziyafet sırasında kendisine bağlı şövalyeler arasında kavga çıkınca düşünür, taşınır. Tüm şövalyeleri memnun etmek, hepsine eşit uzaklıkta olduğunu hissettimek için bir yol bulmaya çalışır. Nihayetinde topraklarının en becerikli marangozundan kendisi için yuvarlak bir masa yapmasını ister. İşte kahramanlığın ve mertliğin kitabını yazan Kral Arthur ve Yuvarlak Masa Şövalyeleri’nin hikayesi böyle başlar. Eşitlik ve adalet dedik ama tabii ki Kral Arthur ve yuvarlak masası da dil, ırk, din ve çağ ayrımı olmaksızın insanlığın tüm ortak duygularını deneyimler: aldatma, yalan, kin, nefret, intikam… Her şey zıttıyla varolur çünkü; sevginin olmadığı yerde nefret, doğrunun olmadığı yerde yalan, ışığın olmadığı yerde gölge, eşitliğin olmadığı yerde adaletsizlik olmaz.
 
Yine demir parmaklık, ağ gibi metaforların ağırlıkla kullanıldığı, hapsolma  teması etrafında şekillenen; duyguların derin derin damıtıldığı, bol iç hesaplaşmalı bir "Eşkıya Dünyaya Hükümdar Olmaz" bölümü izledik. Gördük ki, zaafı olmayan adam güçlü ama acılı adamdır. Sevginin, değer vermenin bir diyeti olarak görünen zaaf da önce gitti, yuvarlak masayı aşıp, Çakırbeyli evinin mutfağındaki dikdörtgen masanın başındaki ismi vurdu: Meryem’i… İnsani duygular söz konusu olunca, ne masanın yuvarlak ya da dikdörtgen oluşu, ne de çevresinde oturanların cinsiyeti değiştiriyor mevzuyu. Meryem, belki de Hızır’a olan zaafının bedelini ödedi hapse girerek; Hızır ise bir gönüle iki aşk sığdırmasının diyetini…
 
Zaafı olan bir diğer kişi ise Selim’di…  Davut Bey'in de dediği gibi, feodal yapılı ailelerin bariz özelliklerinden biri olan kardeşe zaaf, geldi tam aşil tendonundan vurdu Selim’i. Her ne kadar çoğumuzun kardeş olsa sevilmez türden diyeceğimiz bir adam olsa da, Selim bölümler boyu Mahmut’a konduramadı yaptığı kötülükleri. Ama Allah’ı var, Selim tutarlı bir karakter. Kardeşinin kumaşını anlayamadığı gibi, masaya getirdiği İlker’in karakterini de anlayamadı ve kurdu kurda emanet etti. Bu noktadan sonra Selim’in Hızır’ın kardeşliği olma mertebesinde bir adam olduğuna inanmamız için, güçlü bir kontra atak bekliyorum. Şu ana kadar gördüğümüz sürekli manipüle edilen fonksiyonsuz mafya babası tiplemesini kırmasını istiyor gönlüm.
 
Hikayenin yuvarlak ve kısmen boyutlu karakterlere dayanıyor oluşunu seviyorum. Ama boyutlu “baba” karakteri yaratmakla, sürekli manipüle edilen, kukla mafya tiplemeleri de masaya ve gücüne olan inancımı azaltıyor. Dizinin başından beri en sevdiğim karakterlerinden biri olan, -tamam itiraf ediyorum, en sevdiğim karakteri olan- Tipi’nin de bu bağlamda eksiklikleri var. Ablası tarafından sürekli yönetilen Tipi de güçlü kontralar beklediğim karakterlerin başında geliyor.
 
Hikayenin dinamik oluşunun bir nebze hafiflettiği “inanılır vakalar” yaratma eksikliğine de bir tık değinmek isterim. Birkaç bölümdür masanın odağındaki isim, Nevzat Çankırı. Nevzat sadece lafla kalmayıp, masadakileri açık açık tehdit eden güçlü bir düşman. Ne var ki, masaya yok edilmek adına güçlü bir motivasyon veren Nevzat, elini kolunu sallaya sallaya Davut’la bir otobüs durağında buluşabiliyor. Tipi ve Ateş’in konuşmalarını bir şekilde öğrenen sistemin, Nevzat ve Davut bağlantısını çözmekte bu denli “atıl” kalması, hikayenin inanılırlığına gölge düşürüyor. Keza içinde devletin milyarlarca dolarının bulunduğu Sibiryalı’nın deposuna bu denli kolay girilmesi de, herkesten ve her şeyden önce Nevzat ve Davut karakterlerini yaralıyor.

Her hikaye içindeki kötü karakter kadar güçlüdür demiş bir usta. İlerleyen bölümlerde Nevzat ve Davut’un bu hamle karşısındaki ataklarını heyecanla bekliyorum. Harekete geçmesini heyecanla beklediğim bir diğer “kötü” ise Ünal bey. Bu denli reaktif kalmak yakışmıyor Ünal beye. Alparslan’la görüşmek için Çakırbeyli’lerden çıkmayan kızı, devlet Hızır’la savaşsın, benden gelip yardım istesin türünden reaktif mantığı Ünal karakterinin potansiyelinin çok altında. Umarım çok gizli bir ajandası vardır ve ilerleyen bölümlerde bizi bol bol nefret ettirir kendisinden.
 
Zaaftan bahsedilir de, hiç sevgiden bahsedilmez mi? Hızır ve Nazlı’nın bir çeşit iç hesaplaşmaya dönüşen konuşması, sevginin ne olduğunu, nasıl ölçümlendiğini sorgular nitelikteydi. Gerçekten sevgi ölçümlenebilir mi, ölçümlenebilirse nasıl yapılır? Attırdığı kahkaha mıdır, döktürdüğü gözyaşı mıdır kefede ağır basan? Uğruna ödediğimiz bedellerle mi doğru orantılıdır birine duyduğumuz sevgi? Bunlar sanırım Meryem-Nazlı-Hızır üçgeninde yaşaya yaşaya cevaplarını öğreneceğimiz sorular…
 
Son olarak Deniz Seki’ye değinmek istiyorum ama değinemiyorum bi türlü… Hikayeye olan katkısı, hafta sonları babasını ziyarete Silivri’ye giden kocaman mavi gözlü kızdan daha fazla değil bence. Umarım tüm kader mahkumları bir gün gökyüzünü telle çevrili bir dikdörtgenden değil, gözlerinin alabildiğince genişten görürler. Hayat bir düşmece kalkmacadan ibaret ve herkes ikinci bir şansı hak ediyor çünkü…
BİZE YAZIN!
Ad
Soyad
e-mail
Mesajınız
GÖNDER